Subpage under development, new version coming soon!
Subject: »Kartal Yuvası Derneği-DUYURU
EUROCHALLENGE ŞAMPİYONU BEŞİKTAŞ...ÇOK YAŞA ŞANLI KARTAL'IM...
Demir Pençe Avrupa Şampiyonu
Beşiktaş Tekerlekli Basketbol Takımı, İtalya'da düzenlenen turnuvanın finalinde Oldham Owls'u, 77-72'lik skorla mağlup ederek şampiyon oldu.
Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımımı, Willi Brinkman Kupası'nı kazanarak Avrupa Şampiyonu oldu.
Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı, İtalya'nın Rieti şehrinde düzenlenen Willi Brinkman Kupası final mücadelesinde rakibi Oldham Owls'u, 77-72'lik skorla mağlup ederek şampiyon oldu.
Siyah-beyazlılar mücadeleye Kaan Dalay, Cem Gezginci, Deniz Acar, Aytaç Ercan ve Cafer Yumuk ilk beşiyle başladı. Karşılaşmanın ilk periyodunu 21-13, ikinci periyotu 41-35, üçüncü periyotu 57-49'luk skorlarla galip tamamlayan siyah-beyazlılar, sahadan 77-72 galip ayrılarak Willi Brinkman Kupası'nı kazandı.
Siyah beyazlı takımın en skorer oyuncusu 24 sayıyla Kaan Dalay olurken, onu 20 sayıyla Aytaç Ercan ve 14 sayıyla Deniz Acar takip etti.
Beşiktaş Tekerlekli Basketbol Takımı, İtalya'da düzenlenen turnuvanın finalinde Oldham Owls'u, 77-72'lik skorla mağlup ederek şampiyon oldu.
Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımımı, Willi Brinkman Kupası'nı kazanarak Avrupa Şampiyonu oldu.
Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı, İtalya'nın Rieti şehrinde düzenlenen Willi Brinkman Kupası final mücadelesinde rakibi Oldham Owls'u, 77-72'lik skorla mağlup ederek şampiyon oldu.
Siyah-beyazlılar mücadeleye Kaan Dalay, Cem Gezginci, Deniz Acar, Aytaç Ercan ve Cafer Yumuk ilk beşiyle başladı. Karşılaşmanın ilk periyodunu 21-13, ikinci periyotu 41-35, üçüncü periyotu 57-49'luk skorlarla galip tamamlayan siyah-beyazlılar, sahadan 77-72 galip ayrılarak Willi Brinkman Kupası'nı kazandı.
Siyah beyazlı takımın en skorer oyuncusu 24 sayıyla Kaan Dalay olurken, onu 20 sayıyla Aytaç Ercan ve 14 sayıyla Deniz Acar takip etti.
Şampiyon Beşiktaş Milangaz Geliyor
30.04.2012 Avrupa Şampiyonu Beşiktaş Milangaz Basketbol Takımımız, saat 13.50'de İstanbul'da olacak.
Macaristan'ın Debrecen kentinde düzenlenen EuroChallenge Kupası'nda Şampiyon olarak hem ülkemizi hem de camiamızı gururlandıran Beşiktaş Milangaz Basketbol Takımımız, 30 Nisan Pazartesi saat 13.50'de Atatürk Havalimanı'nda olacak.
Şampiyon takımımızı karşılamak için taraftarlarımızı havalimanına bekliyoruz.
(edited)
30.04.2012 Avrupa Şampiyonu Beşiktaş Milangaz Basketbol Takımımız, saat 13.50'de İstanbul'da olacak.
Macaristan'ın Debrecen kentinde düzenlenen EuroChallenge Kupası'nda Şampiyon olarak hem ülkemizi hem de camiamızı gururlandıran Beşiktaş Milangaz Basketbol Takımımız, 30 Nisan Pazartesi saat 13.50'de Atatürk Havalimanı'nda olacak.
Şampiyon takımımızı karşılamak için taraftarlarımızı havalimanına bekliyoruz.
(edited)
Biraz uzun ama okumaya deger , ve son sozu adeta bugun bızın anlatıyor (:
16 Mayıs 1998, İtalyan futbolunda Kuzeylilerin egemenliğini derinden sarsan Napoli kenti için kapkara bir gündü. Henüz sekiz yıl önce lig şampiyonu olan takımları utanç verici bir duruma düşerek lige veda ediyordu. San Paolo Stadyumu'nda Bari ile oynadıkları son maçta aldıkları sonucun onlar için hiçbir önemi yoktu. Zira sezon boyunca sadece iki galibiyet alan takımlarının küme düşmesi haftalar önce kesinleşmişti. Ancak takımlarını son kez çıktığı Serie A sahnesinde izlemek isteyen taraftarlar gözyaşlarına hâkim olamıyordu. O zamanlar 10 yaşında bir Napoli taraftarı olan Sergio, stadyumdaki havanın ne kadar korkutucu olduğunu anlatıyor. "Tribünler yarı yarıya boştu ama herkes bir şekilde takım için bir şey yapma gerekliliği duyuyordu. Oyunculara yönelik protestolar, veda pankartları ve sahaya atılan meşaleler vardı. İnsanlar takımın bir daha asla buraya dönemeyeceğini düşünüyor gibiydi."
Sergio'nun sözleri Napoli taraftarlarının bu başarısızlığı nasıl karşıladığının en önemli kanıtı. 1991 yılında Maradona'nın ayrılmasıyla büyük bir boşluğun içine düşen Napoli'nin bu boşluğu doldurmasının imkânsız olduğu taraftarlarca biliniyordu. Takım son kupasını 1990-91 sezonu öncesinde İtalya Süper Kupası finalinde Juventus'u 5-1 yenerek kazanmıştı. Ancak hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı belliydi. Kokain ve dopingin pençesine düşen Maradona, son sezonunda eski günlerini aratır bir futbol oynamıştı. Takımdan gönderilmesi ise insanların içini acıtsa da kabul edilmesi gereken bir durumdu. Hem Careca, Zola, Fonseca, Ferrara ne güne duruyordu? Ancak Maradona olmadan bu yıldızların da takımda kalmasının bir anlamı yoktu. Maradona başarı ve reklam demekti; başarı ve reklam ise para! Napoli'nin o dönemde ihtiyaç duyduğu tek şey paraydı. Çünkü yetenekli oyuncuları elinde tutması ve Kuzey'e kaptırmamaları için bol sıfırlı kontratlar gerekiyordu. 1994 yılında kulübün başarısızlığına ve parasızlığına isyan eden yıldız oyuncular takımdan ayrıldılar. Careca, yaşlandığı için gönderildi; Zola ise disiplinsizliğinden. Ferrara ve Fonseca'nın Kuzey ekipleri olan Juventus ve Roma'ya satılmasının tek nedeni ise kulübün gün geçtikçe artan borçlarıydı. Tarihinin en yetenekli oyuncularını kaybeden Napoli'nin küme düşmesi için gergin bir bekleyiş başlamıştı. 1998 yılında gerçekleşen bu hazin olay ekonomik olarak çöküşün de habercisi oldu. Serie B'de iki sezon mücadele eden takım ayakta kalma emareleri gösteriyordu. Öyle ki 1999-2000 sezonunda yeniden Serie A'ya yükseldiler. Ancak mevcut mali yapı içerisinde güçlükle ayakta duran Napoli, 2000-01 sezonunun sonunda küme düşme acısını bir kez daha yaşadı.
Taraftarlar kulübe olan inançlarını kaybetmişlerdi. Takımın geleceğine dair inançlı olmanın yolu yoktu. Göreve gelen yönetimler en fazla iki sezon koltuklarını koruyabiliyorlardı. Napoli, Serie B'de orta sıralarda dolaşıp duran bir takım haline gelmişti. Takımın bu kötü durumunu uzaktan izleyen birisi vardı. Futbola yatırım yapmak isteyen film yapımcısı Aurelio De Laurentiis, tarihi olan bir futbol takımını ucuza kapatmanın fırsatını kolluyordu. Nitekim 2003-04 sezonu sonunda İtalya Futbol Federasyonu (FIGC), Serie B'yi 14. sırada bitiren Napoli'yi 70 milyon avroyu bulan borçları nedeniyle Serie C1'e düşürme kararı aldı. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen De Laurentiis, "Napoli kentinde futbolun ölmesine razı olmadığı" bahanesiyle kulübü kapanmaktan kurtardı. Hollywood'da uzun yıllar iş yapan birisi olan De Laurentiis, Napoli gibi önemli bir markayı nasıl kullanacağını çok iyi biliyordu. Romalı olmasına rağmen takımın yükselmesi için elinden geleni yapacaktı. Başkanlığa geldikten sonra "Napoli İtalyan futboluna pek çok yıldız kazandırmış bir kulüp. Onu kurtarma fırsatına bir futbolsever olarak sahip olduğum için çok mutluyum." diyen Laurentiis, taraftarlara umut dağıtıyordu. Ona tepki gösterenler de yok değildi. Romalı olması bazı Napolilileri ciddi biçimde rahatsız ediyordu. Ancak De Laurentiis yaptığı PR çalışmalarıyla taraftarlar arasında ikilik çıkmasını da önledi. Kulübünün küme düşmesine canlı tanık olan Sergio, "De Laurentiis bize hayallerimizi vaat ediyordu. Ağabeylerimden dinlediğim Maradona'lı hikâyeleri yeniden yaratabileceğini söylüyordu. Romalı olmasının ne önemi var ki?" diyerek genç Napoli taraftarlarının bakışını ortaya koyuyordu. Nitekim De Laurentiis'in projesi işlemeye başladığında tüm Napoli halkı takımlarını desteklemek için San Paolo'ya koştu. 2004-05 sezonu Napoli kentine umut ve mutluluk getirecek gibiydi. Bu inanç San Paolo'da oynanan bir maça tam 51,000 kişinin gelmesi ve Serie C1 rekorunun kırılmasıyla perçinleniyordu. De Laurentiis başarmıştı. İnsanlar takıma inanıyorlardı. Bu yüzden takımın Serie A'ya bir an evvel dönmesi için elinden geleni yapmalıydı. Takım kurtulduktan sonra ilk sezonunu üçüncü sırada tamamladı ve play-off'larda oynamaya hak kazandı. Finalde Avellino'ya kaybetmeleri De Laurentiis'i hırslandırmıştı. Takımın eksik yönlerini bilen De Laurentiis, bir önceki sezon Cagliari'yi Serie A'ya çıkaran Edoardo Reja'yı teknik direktörlüğe getirdi. Reja'nın zor durumdaki takımları kurtarma yeteneği ile De Laurentiis'in sahip olduğu ekonomik gücü birleştirdiğiniz zaman Napoli'nin sezonu şampiyon olarak tamamlayacağını tahmin etmek hiç de güç olmadı. 2005-06 sezonunda Serie C1'i en yakın rakibinin 13 puan önünde şampiyon tamamlayan Napoli'nin Serie A yürüyüşü başlamıştı.
De Laurentiis'in kadroyu 2006-07 sezonu öncesinde en iyi şekilde takviye etmesi gerekiyordu. Bu çerçevede başta Napoli doğumlu Paolo Cannavaro olmak üzere deneyimli oyuncular Reja'ya emanet edildi. Roberto Carlos Sosa, Samuele Dalla Bona, Maurizio Domizzi ve Christian Bucchi gibi deneyimli futbolcular Napoli forması giyeceklerdi. Juventus'un şike skandalı nedeniyle küme düşürülmesi de Napoli için bir tehdit unsuru olarak görülebilirdi. Nitekim Napoli, dişli rakiplerinin arasından sıyrılmayı bildi. Kendi gibi bir önceki sezon Serie C1'de mücadele eden Genoa da benzer bir mücadelenin ortağı oldu. Sezon sonunda Juventus, şampiyonluk sevinciyle Serie A'ya merhaba derken; Napoli ikinci sıradan ait olduğu yere dönüyordu.
2007-08 sezonunu Napoli'nin geleceğinin inşa edildiği yıl olarak görebiliriz. Bir önceki sezon takımın Serie A'ya çıkmasını kolaylaştırmak için deneyimli oyuncular transfer eden De Laurentiis, bu sefer İtalya'nın gözde genç yeteneklerini Napoli'ye getirmekle meşguldü. Üstelik takım sezon başında eski ismine de kavuşmuştu! 2004'te De Laurentiis geldiğinde Napoli Soccer olarak tescil edilen kulüp adı yeniden tarihi olanla yer değiştiriyordu: Societa Sportiva Calcio Napoli… Bu isim Kuzey'i salladıkları yıllarda kullandıkları isimdi. Yeni sezonda da yeni genç kadrolarıyla Kuzeylileri mahvedeceklerine inananların sayısı hiç az değildi. Sezon öncesinde Reja, "Herkes ligde kalmamızın başarı olacağını söylüyor. Ancak taraftarlarımızın desteğiyle daha fazlasını yapabileceğimize inanıyorum. Takımın ilk 10 içinde ligi bitirmesi bence gerçekçi bir hedef." diyerek vizyonunu ortaya koyuyordu. Arjantinli Ezequiel Lavezzi, Slovak Marek Hamsik ve Uruguaylı Walter Gargano Reja'nın kadrosunda yer bulan genç yetenekler oldular. Öyle ki Hamsik ve Lavezzi takımın hücum gücünü sırtladılar. Bu ikili sezonu toplamda 21 golle kapatırken Napoli de ligi sekizinci sırada bitirerek Intertoto Kupası'na katılmayı başarıyordu. 2007-08 sezonunu Napoli için özel kılan bir şey daha vardı. O da Kuzeyli rakipleri Milan, Inter, Juventus, Fiorentina ve Udinese'yi yenmeleriydi. Artık herkes mutluydu. Takım Avrupa kupalarına katıldığı ve önemli bir gelir elde ettiği için De Laurentiis, Kuzeylileri yendikleri için taraftarlar ve Serie C1'den getirdiği takımın genç isimlerle yükselişe geçmesine şahit olan teknik direktör Reja…
Yeni sezon Napolili oyuncular için yepyeni sorumlulukları beraberinde getiriyordu. Kariyerleri boyunca ilk defa Avrupa kupalarında oynayacak olanlar vardı. Zaten teknik direktörleri de daha önce hiç Avrupa deneyimi yaşamamıştı ki! İşte bu deneyimsizlik Napoli'nin 2008-09 sezonunda sorunlar yaşamasına neden oldu. "Taraftarların beklentileri çok yükselmişti. Kimse ilk turda eleneceğimize ihtimal vermiyordu." sözleriyle Sergio, San Paolo ahalisinin görüşlerini ortaya koyuyordu. Son olarak 1996-97 sezonunda UEFA Kupası'nda boy gösteren Napoli, Intertoto Kupası'nın ilk turunda Panionios'u elemeyi başarmıştı. UEFA Kupası'na ikinci ön eleme turundan katılan takımın Vllaznia'yı da elemesi herkesi umutlandırdı. Üstelik çok iyi gelir de elde ediyorlardı. Alınan dört galibiyete verilen ödüller De Laurentiis'i memnun etmeye yetiyordu. Kupanın ilk turunda Benfica'ya 3-2 ve 0-2'lik skorlarla elenmeleri ise dünyaya dönüşlerinin ilk sinyaliydi. Bu elenme sonrasında De Laurentiis, "Buraya kadar gelerek ne kadar aşama kaydettiğimizi gösterdik. Takımın dört yıl önce ne durumda olduğunu unutmamak gerekiyor." diyerek akil bir futbol adamı görüntüsü çiziyordu ama Edoardo Reja'nın koltuğunu tehlikede hissetmesi gerektiğini söylemekten de kaçınmıyordu. Ligde alınan Fiorentina ve Juventus galibiyetlerinin yanı sıra sürpriz bir şekilde gelen liderlik San Paolo'nun atmosferini düzeltmeye yetiyordu. Öyle ki İtalyan kamuoyunda Şampiyonlar Ligi'ne katılmalarına kesin gözüyle bakılıyordu. Kendi sahasında kolay kolay maç kaybetmeyen ve sağlam bir görüntü çizen Napoli'de işler ligin ikinci yarısında değişti. Ne yazık ki üst üste alınan mağlubiyetler sonucunda takım 11. sıraya kadar geriledi. Avrupa kupaları hayaline kendini kaptıran De Laurentiis, bu başarısızlığın faturasını Edoardo Reja'ya keserek belki de yönetimi boyunca yaptığı en başarısız hamleyi yaptı. Bitime yedi hafta kala alınan 2-0'lık Lazio yenilgisinin ardından Euro 2008'de İtalya Milli Takımı'nı felakete sürükleyen Roberto Donadoni takımı devraldı. 2009 yılının Mart ayında göreve getirilen Donadoni yönetimindeki Napoli, sezonu 12. sırada tamamladı.
Napolililerin Donadoni'nin kötü bir tercih olduğunu anlamaları uzun sürmedi. 2009-10 sezonuna Quagliarella, Dossena, Cigarini ve Campagnaro gibi önemli ve pahalı transferlerle başlamışlardı. De Laurentiis'in tek hedefi takımın UEFA Avrupa Ligi'ne katılmasıydı. Ancak Euro 2008'de İtalya'yı yerin dibine sokan Donadoni yönetiminde bunu başaracaklarına inananların sayısı çok azdı. Nitekim De Laurentiis, ekim ayında alınan 2-1'lik AS Roma yenilgisinden sonra Donadoni'ye kapıyı gösterdi. Napoli kariyeri boyunca sadece dört galibiyet alabilen bir teknik adama çok fazla tahammül etmişlerdi! Donadoni'nin yerine kimin geleceği merakla beklenirken De Laurentiis, yöneticilik kariyerinin ikinci en akıllıca hamlesini gerçekleştirdi. Daha önce Sampdoria'yı altıncılığa ve İtalya Kupası finaline taşıyan Walter Mazzarri, Napoli'yi toparlayabilecek isimdi.Mazzarri'nin hedefleri De Laurentiis'in talepleriyle örtüşüyordu. "Bu önemli bir karar. Mazzarri'nin göreve getirilmesi hem bu sezonu hem de önümüzdeki beş yılı kurtaracak." diyen başkan, Napoli'nin geleceğini emanet edeceği kişiyi doğru seçmişti. Mazzarri yönetiminde toparlanan takım seri galibiyetler almaya başladı. Usta çalıştırıcının kullandığı 3-5-2 ile 5-3-2 arasında gidip gelen taktiğe takım muhteşem bir uyum göstermişti. Böylelikle 2009-10 sezonunu altıncı sırada bitirerek UEFA Avrupa Ligi biletini aldılar. Bunun sonucunda da De Laurentiis, Mazzarri'nin sözleşmesini 2013 yılına kadar uzatarak ona güvendiğini bir kez daha gösterdi.
Geçen sezonun başında Mazzarri'nin gol yollarında sıkıntı çeken takımına De Laurentiis'ten olağanüstü bir takviye geldi. Napoli'nin Palermo'nun Uruguaylı golcüsü Edinson Cavani'nin bonservisine ortak olması yükselişin habercisi olacaktı. Forvet hattını oluşturan Lavezzi-Cavani ikilisi toplamda 17 gol atmayı başarmışlardı. 19. hafta itibariyle ikinci sırada yer alan takımın 30 gol attığını düşünürseniz bu sayının önemini bir kez daha anlayabilirsiniz! Cavani, Mazzarri'nin sisteminin kilit oyuncusu olarak görülebilir. Pek çok maçta da sorumluluk alarak takımına galibiyeti getirdiği doğrudur. Öyle ki başkan De Laurentiis, "Cavani bizi zirveye taşıyan isimlerden biri oldu. Onun için Palermo'ya 15 milyon avro ödemekten çekinmem. Manchester City'nin onu istediği söyleniyor. Ama 50 milyon avro verseler bile onu satmayı düşünmüyorum." diyerek oyuncusunu taltif ediyordu. Ancak Cavani-Lavezzi ikilisinin arkasında görev yapan ve çok yönlü oyunuyla ön plana çıkan Marek Hamsik'i unutmamak gerekiyor. Slovak oyuncuyu maç içinde kanattan top taşırken, öldürücü bir ara pası atarken veya rakibin akınını olağanüstü bir kayarak müdahaleyle bitirirken görebilirsiniz. 20 yaşındayken geldiği Napoli'de her geçen yıl oyununu geliştiren Hamsik, Mazzarri'nin kalabalık orta sahalı sisteminin önemli parçalarından biri olmayı başarıyor.
Takımın şu anda yakaladığı hava ve seyircisiyle bütünleşmesi De Laurentiis'i sevindiriyor. Zira ne kadar başarılı olurlarsa üzerine "Napoli" yazan her şeyden daha fazla satabilecekler! Bu gelirleri Şampiyonlar Ligi'ne katılarak artıran De Laurentiis, doğru oyuncular ve doğru teknik adamla çalışmasının meyvesini toplayacak gibi. Çünkü takımda daha önce Devler Ligi sahnesine çıkmış oyuncu sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Kariyerinin olgunluk dönemini geçiren Maggio, Paolo Cannavaro ve Dossena gibi oyuncular da bu fırsatın kaçmasını istemiyorlar. Böylesine önemli bir mücadelenin içinde olan Napoli, başarılara alışkın bir kent. Bu sezon yakalanan başarının pek çok faktörün doğru zamanda bir araya gelmesiyle yakalandığının bilincinde olan taraftarlar, tribünleri doldurarak bu faktörlerden sadece biri olacaklarının farkındalar. Onlara dertlerini unutturan ve gurur duydukları takımlarının başarısına da sezon sonunda en çok onların sevineceğine şüphe yok. Şu anda tek yaptıkları takımlarının oynadıkları oyundan keyif almak ve onları ölesiye desteklemek.
Tıpkı Maradona döneminde ortaya çıkan deyişteki gibi: Yarın yine borçlarımız olacak. Ama bugün kral biziz!
16 Mayıs 1998, İtalyan futbolunda Kuzeylilerin egemenliğini derinden sarsan Napoli kenti için kapkara bir gündü. Henüz sekiz yıl önce lig şampiyonu olan takımları utanç verici bir duruma düşerek lige veda ediyordu. San Paolo Stadyumu'nda Bari ile oynadıkları son maçta aldıkları sonucun onlar için hiçbir önemi yoktu. Zira sezon boyunca sadece iki galibiyet alan takımlarının küme düşmesi haftalar önce kesinleşmişti. Ancak takımlarını son kez çıktığı Serie A sahnesinde izlemek isteyen taraftarlar gözyaşlarına hâkim olamıyordu. O zamanlar 10 yaşında bir Napoli taraftarı olan Sergio, stadyumdaki havanın ne kadar korkutucu olduğunu anlatıyor. "Tribünler yarı yarıya boştu ama herkes bir şekilde takım için bir şey yapma gerekliliği duyuyordu. Oyunculara yönelik protestolar, veda pankartları ve sahaya atılan meşaleler vardı. İnsanlar takımın bir daha asla buraya dönemeyeceğini düşünüyor gibiydi."
Sergio'nun sözleri Napoli taraftarlarının bu başarısızlığı nasıl karşıladığının en önemli kanıtı. 1991 yılında Maradona'nın ayrılmasıyla büyük bir boşluğun içine düşen Napoli'nin bu boşluğu doldurmasının imkânsız olduğu taraftarlarca biliniyordu. Takım son kupasını 1990-91 sezonu öncesinde İtalya Süper Kupası finalinde Juventus'u 5-1 yenerek kazanmıştı. Ancak hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı belliydi. Kokain ve dopingin pençesine düşen Maradona, son sezonunda eski günlerini aratır bir futbol oynamıştı. Takımdan gönderilmesi ise insanların içini acıtsa da kabul edilmesi gereken bir durumdu. Hem Careca, Zola, Fonseca, Ferrara ne güne duruyordu? Ancak Maradona olmadan bu yıldızların da takımda kalmasının bir anlamı yoktu. Maradona başarı ve reklam demekti; başarı ve reklam ise para! Napoli'nin o dönemde ihtiyaç duyduğu tek şey paraydı. Çünkü yetenekli oyuncuları elinde tutması ve Kuzey'e kaptırmamaları için bol sıfırlı kontratlar gerekiyordu. 1994 yılında kulübün başarısızlığına ve parasızlığına isyan eden yıldız oyuncular takımdan ayrıldılar. Careca, yaşlandığı için gönderildi; Zola ise disiplinsizliğinden. Ferrara ve Fonseca'nın Kuzey ekipleri olan Juventus ve Roma'ya satılmasının tek nedeni ise kulübün gün geçtikçe artan borçlarıydı. Tarihinin en yetenekli oyuncularını kaybeden Napoli'nin küme düşmesi için gergin bir bekleyiş başlamıştı. 1998 yılında gerçekleşen bu hazin olay ekonomik olarak çöküşün de habercisi oldu. Serie B'de iki sezon mücadele eden takım ayakta kalma emareleri gösteriyordu. Öyle ki 1999-2000 sezonunda yeniden Serie A'ya yükseldiler. Ancak mevcut mali yapı içerisinde güçlükle ayakta duran Napoli, 2000-01 sezonunun sonunda küme düşme acısını bir kez daha yaşadı.
Taraftarlar kulübe olan inançlarını kaybetmişlerdi. Takımın geleceğine dair inançlı olmanın yolu yoktu. Göreve gelen yönetimler en fazla iki sezon koltuklarını koruyabiliyorlardı. Napoli, Serie B'de orta sıralarda dolaşıp duran bir takım haline gelmişti. Takımın bu kötü durumunu uzaktan izleyen birisi vardı. Futbola yatırım yapmak isteyen film yapımcısı Aurelio De Laurentiis, tarihi olan bir futbol takımını ucuza kapatmanın fırsatını kolluyordu. Nitekim 2003-04 sezonu sonunda İtalya Futbol Federasyonu (FIGC), Serie B'yi 14. sırada bitiren Napoli'yi 70 milyon avroyu bulan borçları nedeniyle Serie C1'e düşürme kararı aldı. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen De Laurentiis, "Napoli kentinde futbolun ölmesine razı olmadığı" bahanesiyle kulübü kapanmaktan kurtardı. Hollywood'da uzun yıllar iş yapan birisi olan De Laurentiis, Napoli gibi önemli bir markayı nasıl kullanacağını çok iyi biliyordu. Romalı olmasına rağmen takımın yükselmesi için elinden geleni yapacaktı. Başkanlığa geldikten sonra "Napoli İtalyan futboluna pek çok yıldız kazandırmış bir kulüp. Onu kurtarma fırsatına bir futbolsever olarak sahip olduğum için çok mutluyum." diyen Laurentiis, taraftarlara umut dağıtıyordu. Ona tepki gösterenler de yok değildi. Romalı olması bazı Napolilileri ciddi biçimde rahatsız ediyordu. Ancak De Laurentiis yaptığı PR çalışmalarıyla taraftarlar arasında ikilik çıkmasını da önledi. Kulübünün küme düşmesine canlı tanık olan Sergio, "De Laurentiis bize hayallerimizi vaat ediyordu. Ağabeylerimden dinlediğim Maradona'lı hikâyeleri yeniden yaratabileceğini söylüyordu. Romalı olmasının ne önemi var ki?" diyerek genç Napoli taraftarlarının bakışını ortaya koyuyordu. Nitekim De Laurentiis'in projesi işlemeye başladığında tüm Napoli halkı takımlarını desteklemek için San Paolo'ya koştu. 2004-05 sezonu Napoli kentine umut ve mutluluk getirecek gibiydi. Bu inanç San Paolo'da oynanan bir maça tam 51,000 kişinin gelmesi ve Serie C1 rekorunun kırılmasıyla perçinleniyordu. De Laurentiis başarmıştı. İnsanlar takıma inanıyorlardı. Bu yüzden takımın Serie A'ya bir an evvel dönmesi için elinden geleni yapmalıydı. Takım kurtulduktan sonra ilk sezonunu üçüncü sırada tamamladı ve play-off'larda oynamaya hak kazandı. Finalde Avellino'ya kaybetmeleri De Laurentiis'i hırslandırmıştı. Takımın eksik yönlerini bilen De Laurentiis, bir önceki sezon Cagliari'yi Serie A'ya çıkaran Edoardo Reja'yı teknik direktörlüğe getirdi. Reja'nın zor durumdaki takımları kurtarma yeteneği ile De Laurentiis'in sahip olduğu ekonomik gücü birleştirdiğiniz zaman Napoli'nin sezonu şampiyon olarak tamamlayacağını tahmin etmek hiç de güç olmadı. 2005-06 sezonunda Serie C1'i en yakın rakibinin 13 puan önünde şampiyon tamamlayan Napoli'nin Serie A yürüyüşü başlamıştı.
De Laurentiis'in kadroyu 2006-07 sezonu öncesinde en iyi şekilde takviye etmesi gerekiyordu. Bu çerçevede başta Napoli doğumlu Paolo Cannavaro olmak üzere deneyimli oyuncular Reja'ya emanet edildi. Roberto Carlos Sosa, Samuele Dalla Bona, Maurizio Domizzi ve Christian Bucchi gibi deneyimli futbolcular Napoli forması giyeceklerdi. Juventus'un şike skandalı nedeniyle küme düşürülmesi de Napoli için bir tehdit unsuru olarak görülebilirdi. Nitekim Napoli, dişli rakiplerinin arasından sıyrılmayı bildi. Kendi gibi bir önceki sezon Serie C1'de mücadele eden Genoa da benzer bir mücadelenin ortağı oldu. Sezon sonunda Juventus, şampiyonluk sevinciyle Serie A'ya merhaba derken; Napoli ikinci sıradan ait olduğu yere dönüyordu.
2007-08 sezonunu Napoli'nin geleceğinin inşa edildiği yıl olarak görebiliriz. Bir önceki sezon takımın Serie A'ya çıkmasını kolaylaştırmak için deneyimli oyuncular transfer eden De Laurentiis, bu sefer İtalya'nın gözde genç yeteneklerini Napoli'ye getirmekle meşguldü. Üstelik takım sezon başında eski ismine de kavuşmuştu! 2004'te De Laurentiis geldiğinde Napoli Soccer olarak tescil edilen kulüp adı yeniden tarihi olanla yer değiştiriyordu: Societa Sportiva Calcio Napoli… Bu isim Kuzey'i salladıkları yıllarda kullandıkları isimdi. Yeni sezonda da yeni genç kadrolarıyla Kuzeylileri mahvedeceklerine inananların sayısı hiç az değildi. Sezon öncesinde Reja, "Herkes ligde kalmamızın başarı olacağını söylüyor. Ancak taraftarlarımızın desteğiyle daha fazlasını yapabileceğimize inanıyorum. Takımın ilk 10 içinde ligi bitirmesi bence gerçekçi bir hedef." diyerek vizyonunu ortaya koyuyordu. Arjantinli Ezequiel Lavezzi, Slovak Marek Hamsik ve Uruguaylı Walter Gargano Reja'nın kadrosunda yer bulan genç yetenekler oldular. Öyle ki Hamsik ve Lavezzi takımın hücum gücünü sırtladılar. Bu ikili sezonu toplamda 21 golle kapatırken Napoli de ligi sekizinci sırada bitirerek Intertoto Kupası'na katılmayı başarıyordu. 2007-08 sezonunu Napoli için özel kılan bir şey daha vardı. O da Kuzeyli rakipleri Milan, Inter, Juventus, Fiorentina ve Udinese'yi yenmeleriydi. Artık herkes mutluydu. Takım Avrupa kupalarına katıldığı ve önemli bir gelir elde ettiği için De Laurentiis, Kuzeylileri yendikleri için taraftarlar ve Serie C1'den getirdiği takımın genç isimlerle yükselişe geçmesine şahit olan teknik direktör Reja…
Yeni sezon Napolili oyuncular için yepyeni sorumlulukları beraberinde getiriyordu. Kariyerleri boyunca ilk defa Avrupa kupalarında oynayacak olanlar vardı. Zaten teknik direktörleri de daha önce hiç Avrupa deneyimi yaşamamıştı ki! İşte bu deneyimsizlik Napoli'nin 2008-09 sezonunda sorunlar yaşamasına neden oldu. "Taraftarların beklentileri çok yükselmişti. Kimse ilk turda eleneceğimize ihtimal vermiyordu." sözleriyle Sergio, San Paolo ahalisinin görüşlerini ortaya koyuyordu. Son olarak 1996-97 sezonunda UEFA Kupası'nda boy gösteren Napoli, Intertoto Kupası'nın ilk turunda Panionios'u elemeyi başarmıştı. UEFA Kupası'na ikinci ön eleme turundan katılan takımın Vllaznia'yı da elemesi herkesi umutlandırdı. Üstelik çok iyi gelir de elde ediyorlardı. Alınan dört galibiyete verilen ödüller De Laurentiis'i memnun etmeye yetiyordu. Kupanın ilk turunda Benfica'ya 3-2 ve 0-2'lik skorlarla elenmeleri ise dünyaya dönüşlerinin ilk sinyaliydi. Bu elenme sonrasında De Laurentiis, "Buraya kadar gelerek ne kadar aşama kaydettiğimizi gösterdik. Takımın dört yıl önce ne durumda olduğunu unutmamak gerekiyor." diyerek akil bir futbol adamı görüntüsü çiziyordu ama Edoardo Reja'nın koltuğunu tehlikede hissetmesi gerektiğini söylemekten de kaçınmıyordu. Ligde alınan Fiorentina ve Juventus galibiyetlerinin yanı sıra sürpriz bir şekilde gelen liderlik San Paolo'nun atmosferini düzeltmeye yetiyordu. Öyle ki İtalyan kamuoyunda Şampiyonlar Ligi'ne katılmalarına kesin gözüyle bakılıyordu. Kendi sahasında kolay kolay maç kaybetmeyen ve sağlam bir görüntü çizen Napoli'de işler ligin ikinci yarısında değişti. Ne yazık ki üst üste alınan mağlubiyetler sonucunda takım 11. sıraya kadar geriledi. Avrupa kupaları hayaline kendini kaptıran De Laurentiis, bu başarısızlığın faturasını Edoardo Reja'ya keserek belki de yönetimi boyunca yaptığı en başarısız hamleyi yaptı. Bitime yedi hafta kala alınan 2-0'lık Lazio yenilgisinin ardından Euro 2008'de İtalya Milli Takımı'nı felakete sürükleyen Roberto Donadoni takımı devraldı. 2009 yılının Mart ayında göreve getirilen Donadoni yönetimindeki Napoli, sezonu 12. sırada tamamladı.
Napolililerin Donadoni'nin kötü bir tercih olduğunu anlamaları uzun sürmedi. 2009-10 sezonuna Quagliarella, Dossena, Cigarini ve Campagnaro gibi önemli ve pahalı transferlerle başlamışlardı. De Laurentiis'in tek hedefi takımın UEFA Avrupa Ligi'ne katılmasıydı. Ancak Euro 2008'de İtalya'yı yerin dibine sokan Donadoni yönetiminde bunu başaracaklarına inananların sayısı çok azdı. Nitekim De Laurentiis, ekim ayında alınan 2-1'lik AS Roma yenilgisinden sonra Donadoni'ye kapıyı gösterdi. Napoli kariyeri boyunca sadece dört galibiyet alabilen bir teknik adama çok fazla tahammül etmişlerdi! Donadoni'nin yerine kimin geleceği merakla beklenirken De Laurentiis, yöneticilik kariyerinin ikinci en akıllıca hamlesini gerçekleştirdi. Daha önce Sampdoria'yı altıncılığa ve İtalya Kupası finaline taşıyan Walter Mazzarri, Napoli'yi toparlayabilecek isimdi.Mazzarri'nin hedefleri De Laurentiis'in talepleriyle örtüşüyordu. "Bu önemli bir karar. Mazzarri'nin göreve getirilmesi hem bu sezonu hem de önümüzdeki beş yılı kurtaracak." diyen başkan, Napoli'nin geleceğini emanet edeceği kişiyi doğru seçmişti. Mazzarri yönetiminde toparlanan takım seri galibiyetler almaya başladı. Usta çalıştırıcının kullandığı 3-5-2 ile 5-3-2 arasında gidip gelen taktiğe takım muhteşem bir uyum göstermişti. Böylelikle 2009-10 sezonunu altıncı sırada bitirerek UEFA Avrupa Ligi biletini aldılar. Bunun sonucunda da De Laurentiis, Mazzarri'nin sözleşmesini 2013 yılına kadar uzatarak ona güvendiğini bir kez daha gösterdi.
Geçen sezonun başında Mazzarri'nin gol yollarında sıkıntı çeken takımına De Laurentiis'ten olağanüstü bir takviye geldi. Napoli'nin Palermo'nun Uruguaylı golcüsü Edinson Cavani'nin bonservisine ortak olması yükselişin habercisi olacaktı. Forvet hattını oluşturan Lavezzi-Cavani ikilisi toplamda 17 gol atmayı başarmışlardı. 19. hafta itibariyle ikinci sırada yer alan takımın 30 gol attığını düşünürseniz bu sayının önemini bir kez daha anlayabilirsiniz! Cavani, Mazzarri'nin sisteminin kilit oyuncusu olarak görülebilir. Pek çok maçta da sorumluluk alarak takımına galibiyeti getirdiği doğrudur. Öyle ki başkan De Laurentiis, "Cavani bizi zirveye taşıyan isimlerden biri oldu. Onun için Palermo'ya 15 milyon avro ödemekten çekinmem. Manchester City'nin onu istediği söyleniyor. Ama 50 milyon avro verseler bile onu satmayı düşünmüyorum." diyerek oyuncusunu taltif ediyordu. Ancak Cavani-Lavezzi ikilisinin arkasında görev yapan ve çok yönlü oyunuyla ön plana çıkan Marek Hamsik'i unutmamak gerekiyor. Slovak oyuncuyu maç içinde kanattan top taşırken, öldürücü bir ara pası atarken veya rakibin akınını olağanüstü bir kayarak müdahaleyle bitirirken görebilirsiniz. 20 yaşındayken geldiği Napoli'de her geçen yıl oyununu geliştiren Hamsik, Mazzarri'nin kalabalık orta sahalı sisteminin önemli parçalarından biri olmayı başarıyor.
Takımın şu anda yakaladığı hava ve seyircisiyle bütünleşmesi De Laurentiis'i sevindiriyor. Zira ne kadar başarılı olurlarsa üzerine "Napoli" yazan her şeyden daha fazla satabilecekler! Bu gelirleri Şampiyonlar Ligi'ne katılarak artıran De Laurentiis, doğru oyuncular ve doğru teknik adamla çalışmasının meyvesini toplayacak gibi. Çünkü takımda daha önce Devler Ligi sahnesine çıkmış oyuncu sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Kariyerinin olgunluk dönemini geçiren Maggio, Paolo Cannavaro ve Dossena gibi oyuncular da bu fırsatın kaçmasını istemiyorlar. Böylesine önemli bir mücadelenin içinde olan Napoli, başarılara alışkın bir kent. Bu sezon yakalanan başarının pek çok faktörün doğru zamanda bir araya gelmesiyle yakalandığının bilincinde olan taraftarlar, tribünleri doldurarak bu faktörlerden sadece biri olacaklarının farkındalar. Onlara dertlerini unutturan ve gurur duydukları takımlarının başarısına da sezon sonunda en çok onların sevineceğine şüphe yok. Şu anda tek yaptıkları takımlarının oynadıkları oyundan keyif almak ve onları ölesiye desteklemek.
Tıpkı Maradona döneminde ortaya çıkan deyişteki gibi: Yarın yine borçlarımız olacak. Ama bugün kral biziz!
Mükemmel yorumlamıs
Düşünce ve Havutçu!
Bir teknik adam neden iki hücumcusunu iki kenara sürer? Ve neden orada pozisyon almalarında ısrar eder? Amaç bellidir; rakibi geniş alanda savunma yapmaya zorlamak. Geniş ‘’alanı’’ kontrol etmeye çalışan rakip üç önemli handikap yaşar.
İlkin alan savunması zaafa uğrar, çünkü orta saha oyuncuları dengeli bir alan savunması için daha geri de durarak o geniş alan ‘’koridorlarını’’ daraltmaya çalışırlar.
İkinci olarak defans ve önündeki orta saha oyuncularının oyun örüntüsünü bozulur. Bu ikili sonuç doğal olarak takımın biraz daha geriye ‘’yaslanmasıyla’’ sonuçlanır. Ve son olarak da rakip bütün bunlardan ötürü ‘’etkili’’ bir başlangıç ve baskı kurma imkanı bulamaz.
Ama bu planın işleyebilmesi için, daha doğrusu rakibin sizi ciddiye alması için, sizin ‘’ikna’’ edici olmanız lazım. Eğer ikna edici değilseniz başınız ‘’belada’’ demektir.
Sözü edilen oyun planının en ikna edici göstergesi defansınızın ‘’nerede’’ durduğudur. Eğer rakibi geriye doğru itme düşüncesiyle saha çıkıyorsanız, rakibin, -sizin düşünceniz sonucu boşalttığı- alanları doldurmanız gerekir.
Defansınızı öne çıkararak rakibi tehdit etmiyorsanız hiçbir inandırıcılığınız kalmaz. Tam tersine iki uç oyuncunuzu iki kenara yollandığınızdan ötürü rakip için de-kullanabileceği- geniş alan ‘’üretmiş’’ olursunuz.
O geniş alanı ya defansınızın desteğiyle siz doldurursunuz ya da o alanı ‘’altın’’ tepside rakibe sunarsınız.
Schuster’in gidişinden bu yana Beşiktaş hiçbir oyunda bu temel prensibi uygulayamadı. Beşiktaş defansı adeta kutsal ‘’kase’’ muhafızları gibi kaleye hep yakın durmayı alışkanlık haline getirdi. Topun nerede ‘’kaptırıldığına’’ bakmadan defansın ilk reaksiyonu hep kaleye doğru koşmak oldu.
Prensip olarak defans oyuncusu arkasına rakibi ‘’kaçırdığında’’ kalesine doğru koşar. Bu doğal bir reflekstir ve aslında yapılacak pek de başka bir şey yoktur.
Toraman Sivok Egemen ve İsmail dörtlüsü bu davranışlarıyla Beşiktaş’a her zaman zor anlar yaşattı. Ama gelin görün ki bütün sezon boyunca bu soruna teknik adam ’’ eli ‘’değmedi. Carvalhal belki bu çapta bir teknik adam değildi ve başka kimi şeylerden ötürü etkisizdi!
Peki ama Havutçuya ne demeli? Yoksa Havutçu hem hücumun hem de kontratağın defanstan ‘’bağımsız’’ olgular olduğunu mu düşünüyor?
Türk teknik adamların zihinsel kapasitesinden hep ‘’kuşku’’ duydum. Bunu yabancı hayranlığına bağlamak isteyenler olabilir. Olsun! Ama şu kadarını söyleyip bu bahsi kapatayım. Futbol dahil hiçbir konuda ‘’pasaportun’’ önemli olduğuna hiç inanmadım.
Ben geride bıraktığımız yüz yıllık oyun pratiğine bakarak zihinsel kapasite hakkında bir yargıya varıyorum. Pratik ortada. Ve hiç kimse bu durumu topçuların ‘’yeteneksizliğine’’ bağlamaya kalkışmasın. O topçular da o zihin tezgahının ürünü. Yeteneksiz olan teknik adamlardır. Tutuculuğu, muhafazakârlığı onlar temsil ediyor.
Kahredici bir düşünsel tembellik, aptala bile malum bir zihinsel yetersizlik ve ne öğrendiyse ‘’topçuluğunda’’ o uğursuz öğrenme alışkanlığının cenderesi altında her şey.
Quaresma ve Simao’nun kariyerine haksızlık etmek istemem ama ne onlar eski Quaresma ve Simao ve ne de Beşiktaş onların yeteneklerinden yararlanabilecek bir oyun ‘’kimliğine’’ sahip. Elinizde bu nitelikte iki hücumcu varsa ve siz onları birlikte sahaya sürmek istiyorsanız, oyunu rakip ‘’yarı ‘’saha da oynamak zorundasınız. Bu Allahın emri gibi bir şey.
Yok eğer bu tutum içinde değilseniz hem siz hem de onlar ‘’madara’’ olmaktan kurtulamazlar.
İlkin Beşiktaş defansını oyunun bir parçası veya mümkünse aslı unsuru haline getirmekten başka çare yoktur ve bunu ‘’inşa’’ etmeden de bir arpa boyu yol almak mümkün olamayacaktır. Aslında Egemen ve İsmail böyle bir oyun için uygun niteliklere sahip.
Ama böyle bir oyun için öncelikle arkaya rakip kaçırtmaktan ‘’korkmayan’’ bir teknik adam algısına ihtiyaç var. Futbolda rakip her zaman kalenize gelebilir. Bunun korkulacak bir tarafı yok. Eğer bundan korkuyorsanız bu oyunu ‘’oynamayın.’’
Futbol, rakipten daha çok sizin neler yaptığınızla ilgili bir oyundur. Bir gözünüz rakipteyse ‘’beş’’ gözünüz kendiniz de olmalıdır.
Düşünce ve Havutçu!
Bir teknik adam neden iki hücumcusunu iki kenara sürer? Ve neden orada pozisyon almalarında ısrar eder? Amaç bellidir; rakibi geniş alanda savunma yapmaya zorlamak. Geniş ‘’alanı’’ kontrol etmeye çalışan rakip üç önemli handikap yaşar.
İlkin alan savunması zaafa uğrar, çünkü orta saha oyuncuları dengeli bir alan savunması için daha geri de durarak o geniş alan ‘’koridorlarını’’ daraltmaya çalışırlar.
İkinci olarak defans ve önündeki orta saha oyuncularının oyun örüntüsünü bozulur. Bu ikili sonuç doğal olarak takımın biraz daha geriye ‘’yaslanmasıyla’’ sonuçlanır. Ve son olarak da rakip bütün bunlardan ötürü ‘’etkili’’ bir başlangıç ve baskı kurma imkanı bulamaz.
Ama bu planın işleyebilmesi için, daha doğrusu rakibin sizi ciddiye alması için, sizin ‘’ikna’’ edici olmanız lazım. Eğer ikna edici değilseniz başınız ‘’belada’’ demektir.
Sözü edilen oyun planının en ikna edici göstergesi defansınızın ‘’nerede’’ durduğudur. Eğer rakibi geriye doğru itme düşüncesiyle saha çıkıyorsanız, rakibin, -sizin düşünceniz sonucu boşalttığı- alanları doldurmanız gerekir.
Defansınızı öne çıkararak rakibi tehdit etmiyorsanız hiçbir inandırıcılığınız kalmaz. Tam tersine iki uç oyuncunuzu iki kenara yollandığınızdan ötürü rakip için de-kullanabileceği- geniş alan ‘’üretmiş’’ olursunuz.
O geniş alanı ya defansınızın desteğiyle siz doldurursunuz ya da o alanı ‘’altın’’ tepside rakibe sunarsınız.
Schuster’in gidişinden bu yana Beşiktaş hiçbir oyunda bu temel prensibi uygulayamadı. Beşiktaş defansı adeta kutsal ‘’kase’’ muhafızları gibi kaleye hep yakın durmayı alışkanlık haline getirdi. Topun nerede ‘’kaptırıldığına’’ bakmadan defansın ilk reaksiyonu hep kaleye doğru koşmak oldu.
Prensip olarak defans oyuncusu arkasına rakibi ‘’kaçırdığında’’ kalesine doğru koşar. Bu doğal bir reflekstir ve aslında yapılacak pek de başka bir şey yoktur.
Toraman Sivok Egemen ve İsmail dörtlüsü bu davranışlarıyla Beşiktaş’a her zaman zor anlar yaşattı. Ama gelin görün ki bütün sezon boyunca bu soruna teknik adam ’’ eli ‘’değmedi. Carvalhal belki bu çapta bir teknik adam değildi ve başka kimi şeylerden ötürü etkisizdi!
Peki ama Havutçuya ne demeli? Yoksa Havutçu hem hücumun hem de kontratağın defanstan ‘’bağımsız’’ olgular olduğunu mu düşünüyor?
Türk teknik adamların zihinsel kapasitesinden hep ‘’kuşku’’ duydum. Bunu yabancı hayranlığına bağlamak isteyenler olabilir. Olsun! Ama şu kadarını söyleyip bu bahsi kapatayım. Futbol dahil hiçbir konuda ‘’pasaportun’’ önemli olduğuna hiç inanmadım.
Ben geride bıraktığımız yüz yıllık oyun pratiğine bakarak zihinsel kapasite hakkında bir yargıya varıyorum. Pratik ortada. Ve hiç kimse bu durumu topçuların ‘’yeteneksizliğine’’ bağlamaya kalkışmasın. O topçular da o zihin tezgahının ürünü. Yeteneksiz olan teknik adamlardır. Tutuculuğu, muhafazakârlığı onlar temsil ediyor.
Kahredici bir düşünsel tembellik, aptala bile malum bir zihinsel yetersizlik ve ne öğrendiyse ‘’topçuluğunda’’ o uğursuz öğrenme alışkanlığının cenderesi altında her şey.
Quaresma ve Simao’nun kariyerine haksızlık etmek istemem ama ne onlar eski Quaresma ve Simao ve ne de Beşiktaş onların yeteneklerinden yararlanabilecek bir oyun ‘’kimliğine’’ sahip. Elinizde bu nitelikte iki hücumcu varsa ve siz onları birlikte sahaya sürmek istiyorsanız, oyunu rakip ‘’yarı ‘’saha da oynamak zorundasınız. Bu Allahın emri gibi bir şey.
Yok eğer bu tutum içinde değilseniz hem siz hem de onlar ‘’madara’’ olmaktan kurtulamazlar.
İlkin Beşiktaş defansını oyunun bir parçası veya mümkünse aslı unsuru haline getirmekten başka çare yoktur ve bunu ‘’inşa’’ etmeden de bir arpa boyu yol almak mümkün olamayacaktır. Aslında Egemen ve İsmail böyle bir oyun için uygun niteliklere sahip.
Ama böyle bir oyun için öncelikle arkaya rakip kaçırtmaktan ‘’korkmayan’’ bir teknik adam algısına ihtiyaç var. Futbolda rakip her zaman kalenize gelebilir. Bunun korkulacak bir tarafı yok. Eğer bundan korkuyorsanız bu oyunu ‘’oynamayın.’’
Futbol, rakipten daha çok sizin neler yaptığınızla ilgili bir oyundur. Bir gözünüz rakipteyse ‘’beş’’ gözünüz kendiniz de olmalıdır.
Kirlenmek güzel mi?
Türkiye’de çok ünlü bir marka, kendi deterjan reklamıyla birlikte “Kirlenmek güzeldir” sloganını herkesin diline yerleştirdi ve amacına ulaştı.
İstediğiniz kadar çamura batın…
Elbisenize ne dökülürse dökülsün…
Kan, çimen, şarap, yağ, en ağır kir, neyse…
Üstünüze buluşan leke ne olursa olsun…
Bizim deterjanımız tertemiz yapar…
Kirlenmek güzeldir…
Diyerek, beynimizi yıkadı…
Oysa biz böyle mi öğrenmiştik?
Hatırlıyorum da, biz küçükken evden çıkmadan, annelerimiz sıkı, sıkı tembih ederdi, “sakın üstünü kirletme çocuğum” diye…
Sırf bu yüzden dayak yiyen bile vardır içimizde…
İlkokulda öğretmenlerimiz, “yalan, riya, iftira” gibi soyut kavramları, anlatarak insanı gerçekten kirleten şeylerin aslında bu kötü edinimler olduğunu öğretmeye çalıştı.
O yaşlarda, tam anlayamasak bile, yavaş, yavaş hem dış temizlik, hem de iç temizlik hakkında karakterlerimizi etkileyen, kişiliğimizi oluşturmamıza neden olacak kazanımlar bizi geleceğe doğru hazırlıyordu.
Sonra büyüdük, artık neyin ne olduğunun farkındaydık, biz çocuklarımıza öğretmen olacak yaşlara geldik…
Fakat değişen dünya ile birlikte, tersine dönen kavramlar, temiz olan, doğru, dürüst, ahlaklı, adaletli iş yapanlar, ne hikmetse geride kalmaya başladı…
Hatta bu vasıfta olanları toplumun büyük çoğunluğu “çağdışı” ya da “dinazor” diye acımasızca etiketlendirdi.
2000’li yıllarda yırtık blue jean akımıyla birlikte, kişiliklerde de bir yırtılma meydana geldi.
Kirlenmek güzeldir sloganı adeta yaşam felsefesi haline dönüşüp trend oldu.
Ve bu yükselen yeni trend artık önemli bir değermiş gibi pazarlanıyordu.
Paranın gücü bütün pisliklerin üstünü örtüyordu nasıl olsa…
Her yere salgın hastalık gibi yayılan bu kirli para ve ahlak elbette futbola da bulaştı.
2008-2009 sezonunda Mustafa Denizli’yle Şampiyon olan Beşiktaş’a En Temiz Şampiyon denildiğinde çok yadırgamıştık.
Dönemin TFF Başkanı Mahmut Özgener dâhil ve birçok spor yazarı En Temiz Şampiyon Beşiktaş diye sözlerine ve yazılarına başladıklarında, demek ki temiz olmayan Şampiyonlar varmış diye düşünmüştük.
Gerçekten de neyin ne olduğu kimin neler yaptığını az çok bildiğimizi sanıyorduk ama 3Temmuz’dan itibaren ifşa edilenler, hiçbir şey bilmediğimizi ortaya çıkardı. Bazen akıl ve bilgi eş zamanlı çalışmıyor…
Neredeyse on aydır devam eden şike davasında her gün Türkiye’nin gözü önünde şaşılacak yeni, yeni kararlar alınıyor…
Biz Beşiktaş taraftarı olarak önce ne dedik “aklanın gelin”…
Kirli olan hiçbir şeyi içimize sindiremeyiz…
Suçlunun peşinden gitmeyiz… Dedik.
Beşiktaş bünyesi bunu kaldırmaz…
Bize göre “kirlenmek güzel olamaz” çünkü…
Bu geçen süre içinde ortaya çıkan sonuç Beşiktaş’ın lehine gelişmiştir.
Beşiktaş; etik kurulu raporunda temiz bulunmuştur.
Beşiktaş kulübü; taraftarları nezdinde artık tertemizdir…
Niye işin içine çekildik, bu nasıl oldu, amaç neydi hala bilmiyoruz…
Şimdi bir benzetme yapacak olursak durum şöyle;
Hani annesinin bembeyaz giysiler giydirip “üstünü kirletme çocuğum” diye tembihledikten sonra sokağa çıkan çocuk gibi gözüküyor Beşiktaş…
Beyaz, temiz formasıyla kenarda, yaramaz çocukları seyrediyor…
Yaramaz çocuklar, hiç girmemeleri gereken, yasak çamurlu, batak bir sahaya giriyorlar, biraz sonra kavga çıkıyor, birbirlerine taş atmaya başlıyorlar…
Kavga o kadar büyüyor ki, kenarda duran, daha büyük adamlar, olaya müdahil oluyor ve o çamura daha büyük taşlar atmaya başlıyorlar…
Ortada büyük arbede çıkıyor… Havalarda uçuşan tekmeler, yumruklar, pis sular, çamurlar…
Ve o çamur geliyor bizim çocukların üstüne de sıçrıyor…
Tertemiz, bembeyaz formaları kirleniyor…
“Aaaa, işte size de bulaştı” diyorlar…
“Ama biz bir şey yapmadık ki sadece bakıyorduk” …
“Olsun sıçradı işte, sizde kirlendiniz artık” Diyorlar
“Siz oyuna başlarken biz temizdik” ama… Dinlemiyorlar…
Hiç günahımız yokken bizde kirlendik…
Bizim çocukları elinden tutup oraya getiren adam, yaramaz çocuklara, dışarıdan taşı attıran adamın, adamıymış…
Bilemedik…
Hepimiz aynı çamurla kirlendik…
Oyunun başında temizdik…
O çamur, o pislik bize ait değil ki…
Aslında biz hep temizdik…
Kirlenmek hiç güzel değilmiş…
Türkiye’de çok ünlü bir marka, kendi deterjan reklamıyla birlikte “Kirlenmek güzeldir” sloganını herkesin diline yerleştirdi ve amacına ulaştı.
İstediğiniz kadar çamura batın…
Elbisenize ne dökülürse dökülsün…
Kan, çimen, şarap, yağ, en ağır kir, neyse…
Üstünüze buluşan leke ne olursa olsun…
Bizim deterjanımız tertemiz yapar…
Kirlenmek güzeldir…
Diyerek, beynimizi yıkadı…
Oysa biz böyle mi öğrenmiştik?
Hatırlıyorum da, biz küçükken evden çıkmadan, annelerimiz sıkı, sıkı tembih ederdi, “sakın üstünü kirletme çocuğum” diye…
Sırf bu yüzden dayak yiyen bile vardır içimizde…
İlkokulda öğretmenlerimiz, “yalan, riya, iftira” gibi soyut kavramları, anlatarak insanı gerçekten kirleten şeylerin aslında bu kötü edinimler olduğunu öğretmeye çalıştı.
O yaşlarda, tam anlayamasak bile, yavaş, yavaş hem dış temizlik, hem de iç temizlik hakkında karakterlerimizi etkileyen, kişiliğimizi oluşturmamıza neden olacak kazanımlar bizi geleceğe doğru hazırlıyordu.
Sonra büyüdük, artık neyin ne olduğunun farkındaydık, biz çocuklarımıza öğretmen olacak yaşlara geldik…
Fakat değişen dünya ile birlikte, tersine dönen kavramlar, temiz olan, doğru, dürüst, ahlaklı, adaletli iş yapanlar, ne hikmetse geride kalmaya başladı…
Hatta bu vasıfta olanları toplumun büyük çoğunluğu “çağdışı” ya da “dinazor” diye acımasızca etiketlendirdi.
2000’li yıllarda yırtık blue jean akımıyla birlikte, kişiliklerde de bir yırtılma meydana geldi.
Kirlenmek güzeldir sloganı adeta yaşam felsefesi haline dönüşüp trend oldu.
Ve bu yükselen yeni trend artık önemli bir değermiş gibi pazarlanıyordu.
Paranın gücü bütün pisliklerin üstünü örtüyordu nasıl olsa…
Her yere salgın hastalık gibi yayılan bu kirli para ve ahlak elbette futbola da bulaştı.
2008-2009 sezonunda Mustafa Denizli’yle Şampiyon olan Beşiktaş’a En Temiz Şampiyon denildiğinde çok yadırgamıştık.
Dönemin TFF Başkanı Mahmut Özgener dâhil ve birçok spor yazarı En Temiz Şampiyon Beşiktaş diye sözlerine ve yazılarına başladıklarında, demek ki temiz olmayan Şampiyonlar varmış diye düşünmüştük.
Gerçekten de neyin ne olduğu kimin neler yaptığını az çok bildiğimizi sanıyorduk ama 3Temmuz’dan itibaren ifşa edilenler, hiçbir şey bilmediğimizi ortaya çıkardı. Bazen akıl ve bilgi eş zamanlı çalışmıyor…
Neredeyse on aydır devam eden şike davasında her gün Türkiye’nin gözü önünde şaşılacak yeni, yeni kararlar alınıyor…
Biz Beşiktaş taraftarı olarak önce ne dedik “aklanın gelin”…
Kirli olan hiçbir şeyi içimize sindiremeyiz…
Suçlunun peşinden gitmeyiz… Dedik.
Beşiktaş bünyesi bunu kaldırmaz…
Bize göre “kirlenmek güzel olamaz” çünkü…
Bu geçen süre içinde ortaya çıkan sonuç Beşiktaş’ın lehine gelişmiştir.
Beşiktaş; etik kurulu raporunda temiz bulunmuştur.
Beşiktaş kulübü; taraftarları nezdinde artık tertemizdir…
Niye işin içine çekildik, bu nasıl oldu, amaç neydi hala bilmiyoruz…
Şimdi bir benzetme yapacak olursak durum şöyle;
Hani annesinin bembeyaz giysiler giydirip “üstünü kirletme çocuğum” diye tembihledikten sonra sokağa çıkan çocuk gibi gözüküyor Beşiktaş…
Beyaz, temiz formasıyla kenarda, yaramaz çocukları seyrediyor…
Yaramaz çocuklar, hiç girmemeleri gereken, yasak çamurlu, batak bir sahaya giriyorlar, biraz sonra kavga çıkıyor, birbirlerine taş atmaya başlıyorlar…
Kavga o kadar büyüyor ki, kenarda duran, daha büyük adamlar, olaya müdahil oluyor ve o çamura daha büyük taşlar atmaya başlıyorlar…
Ortada büyük arbede çıkıyor… Havalarda uçuşan tekmeler, yumruklar, pis sular, çamurlar…
Ve o çamur geliyor bizim çocukların üstüne de sıçrıyor…
Tertemiz, bembeyaz formaları kirleniyor…
“Aaaa, işte size de bulaştı” diyorlar…
“Ama biz bir şey yapmadık ki sadece bakıyorduk” …
“Olsun sıçradı işte, sizde kirlendiniz artık” Diyorlar
“Siz oyuna başlarken biz temizdik” ama… Dinlemiyorlar…
Hiç günahımız yokken bizde kirlendik…
Bizim çocukları elinden tutup oraya getiren adam, yaramaz çocuklara, dışarıdan taşı attıran adamın, adamıymış…
Bilemedik…
Hepimiz aynı çamurla kirlendik…
Oyunun başında temizdik…
O çamur, o pislik bize ait değil ki…
Aslında biz hep temizdik…
Kirlenmek hiç güzel değilmiş…
Fenerbahce ve Besiktas bugün sike diyip camur atanlara hesap soracak.
Biz hiçbir zaman birgün herkes Beşiktaş'lı olacak demedik ama hepinizi dört gün içinde en az birkere BEŞİKTAŞ diye bağırttık :))
Doğru hocam söz hoşuma gidiyo.Ama böyle dillerde dolanan takım hangi takım olursa olsun arada dolanan takım olur :)
Deron Williams İstanbul'da
NBA'deki lokavt süresince Beşiktaş Milangaz forması giyen ünlü basketbolcu Deron Williams yeniden İstanbul'da...
Beşiktaş Milangaz'ın NBA'deki lokavt süresince kadrosunda bulundurduğu yıldız basketbolcu Deron Williams, İstanbul'a geldi.
Beşiktaş Kulübü'nden yapılan açıklamaya göre, yıldız oyuncu, Beşiktaş Milangaz takımının antrenmanını ziyaret etti.
Beşiktaş Dergisi için yapılan poster çekimine de katılan Deron Williams, arkadaşlarıyla hasret giderdi. Williams, sempatik tavırlarıyla da ilgi odağı oldu.
"Galatasaray maçlarında oynamayı çok isterim"
İstanbul'a gelen Deron Williams, siyah-beyazlı ekibin Beko Basketbol Ligi play-off yarı finalinde, Galatasaray Medical Park ile yapacağı maçlarda sahada olmayı çok istediğini söyledi.
Beşiktaş Milangaz'ın antrenmanını ziyaret eden Deron Williams, siyah-beyazlı kulübün internet sitesinde yayımlanan açıklamasında şunları kaydetti:
''Burada çok güzel günler geçirdim. Beşiktaş Milangaz'ı yakından takip ediyorum ve kazandığı başarılar ile gurur duyuyorum. Beşiktaş Milangaz'ın, play-off yarı finalinde Galatasaray'ı da geçerek şampiyon olacağına inanıyorum. Galatasaray maçlarında sahada olup ben de arkadaşlarımla birlikte mücadele etmeyi çok isterim.''
NBA'deki lokavt süresince Beşiktaş Milangaz forması giyen ünlü basketbolcu Deron Williams yeniden İstanbul'da...
Beşiktaş Milangaz'ın NBA'deki lokavt süresince kadrosunda bulundurduğu yıldız basketbolcu Deron Williams, İstanbul'a geldi.
Beşiktaş Kulübü'nden yapılan açıklamaya göre, yıldız oyuncu, Beşiktaş Milangaz takımının antrenmanını ziyaret etti.
Beşiktaş Dergisi için yapılan poster çekimine de katılan Deron Williams, arkadaşlarıyla hasret giderdi. Williams, sempatik tavırlarıyla da ilgi odağı oldu.
"Galatasaray maçlarında oynamayı çok isterim"
İstanbul'a gelen Deron Williams, siyah-beyazlı ekibin Beko Basketbol Ligi play-off yarı finalinde, Galatasaray Medical Park ile yapacağı maçlarda sahada olmayı çok istediğini söyledi.
Beşiktaş Milangaz'ın antrenmanını ziyaret eden Deron Williams, siyah-beyazlı kulübün internet sitesinde yayımlanan açıklamasında şunları kaydetti:
''Burada çok güzel günler geçirdim. Beşiktaş Milangaz'ı yakından takip ediyorum ve kazandığı başarılar ile gurur duyuyorum. Beşiktaş Milangaz'ın, play-off yarı finalinde Galatasaray'ı da geçerek şampiyon olacağına inanıyorum. Galatasaray maçlarında sahada olup ben de arkadaşlarımla birlikte mücadele etmeyi çok isterim.''
Lig'de de Şampiyon olun herşeyi unutturun:) Tüm Kupaları Almak Hakkınız!