Azərbaycan dili Bahasa Indonesia Bosanski Català Čeština Dansk Deutsch Eesti English Español Français Galego Hrvatski Italiano Latviešu Lietuvių Magyar Malti Mакедонски Nederlands Norsk Polski Português Português BR Românã Slovenčina Srpski Suomi Svenska Tiếng Việt Türkçe Ελληνικά Български Русский Українська Հայերեն ქართული ენა 中文
Subpage under development, new version coming soon!

Subject: Köşe Yazıları

2011-09-29 13:43:06
Laa Fatih git bi çay koy.
2011-10-28 10:23:02
Oğuz Güven

oguven@hurriyet.com.tr
28 Ekim 2011

İnönü'de bir kişi eksikti

İstanbul'da yağmur yok ama hava soğuk, üşütüyor.

Dolmabahçe'de denizden engelsiz esen poyraz,
Daha da soğutuyor havayı.
Yanaklar ayazdan al al.
Aklıma Van geliyor, utanıyorum üşümemden.
Daha da kızarıyor yüzüm.
İstanbul’un iki katı soğukta çadırlarda titreyenler,
çadır bile bulamayıp, bir battaniyeye sarılıp enkaz başında son bir umutla bekleyenler,
Acının ateşiyle dondurucu soğuğa göğüs gerenler.
Yüreğimdeki depremle tekrar sarsılıyorum.
Pazar gününden bu yana acının, umudun,
gözyaşının,sevincin,
yardımlaşmanın, kahrolası nefretin
kurtuluşun,ölümün
özverinin,yağmanın,
kalleşliğin,kardeşliğin,
hepsi birbiriyle harman olmuş,
yüzlerce hikayesine tanık oldum.
Ama o bir çift zeytin göz hiç gitmiyor gözümden.
Yunus'un kapkara şaşkın, masum gözleri.
Kurtarmada ilk müdahale diye, bir yastık vermişler Yunus'a.
Üzerinde bir başkasının cansız bedeni.
Sol omzunun üstünde ölümün soğuk eli,
Başını koyması için verilen yastığa dirseğini dayamış öylece bekliyor Yunus.
Ne bağırma, ne korku, ne bir gözyaşı, ne bir feryat.
Saatler sonra ölüm kalım savaşında, karanlığın içinden çıkarıyorlar.
O zaman görüyorum, üzerinde Fenerbahçe eşofmanı.
Saatin gecenin 10.00’u olduğunu öğrenince,
“Sakın babama söylemeyin” diyor,13 yaşın tüm masumiyetiyle.
Azra bebekle birlikte depremin, umudun simgesi olacaktı Yunus Geray.
Hain müteahhit çalmasaydı demirden, çimentodan.
Doğru,dürüst denetleseydi Belediye memurları.
Vücudunun yarısı daha kolonun altındayken, ezilen bölgede biriken potasyuma karşı, serum takılıp kan dengesi ayarlansaydı.(Bunu ben değil Ulusal Medikal Kurtarma Ekibi söylüyor)
Deprem bölgesi Van’da tam teşekküllü bir devlet hastanesi bulunsaydı.
Ambulansla Erzurum’a 434 kilometre yola ambulansla yollanmasaydı.
Belki de yaşıyor olacaktı Yunus.
Merakla bekleyecekti Beşiktaş-Fenerbahçe derbisinin sonucunu.
O kara gözleri ve üzerinde Fenerbahçe eşofmanını görür görmez, “İyileşince Yunus’u Fenerbahçe maçına getirteceğim” dedim arkadaşlara.
Sabah ölüm haberini aldığımda gözlerimde yaş bombaları patladı.
Aslında biliyor musun Yunus, sen değil, bizdik enkazın altında kalan.
Yok be Yunus ne işim var maçta. Gitmiyorum stada sensiz.
“Maç kaç kaç bitti” ? diye sorarsan,
Maç 2-2 bitti. Fenerbahçe yenilmezlik serisini sürdürdü.
(edited)
2011-11-04 22:48:23
Atatürk için “Diktatördü” diye buyurdu ya; aykırı sözlerle şöhret peşinde koşan kadın gazeteci... Ona “diktatör”ü ve “diktatörlüğü” anlatmaya çalışacağım bugün...

***


- Diktatörlüklerde muhalefete tahammül edilmez, “Hadi oradan, hadi oradan” denilir.

- Diktatörlüklerde yargı bağımsız değildir. Çünkü bağımsız yargıçlar cezalandırılmış ve meslek dışına itilmiştir.

- Diktatörlüklerde savcılar halkın değil, iktidarın savcısıdır.

- Diktatörlüklerde kitap, dergi, gazete toplatılır.

- Diktatörlüklerde basılmamış kitaplar (!) bile toplatılır. Bu basılmamış kitapların basılmamış kopyalarını bulunduranlar suçlu ilan edilir.

- Diktatörlüklerde fabrika değil, bol bol adalet sarayı ve cezaevi yapılır.

- Diktatörlüklerde gazeteciler, aydınlar, bilim adamları, öğretim üyeleri, rektörler, parti yöneticileri, baş eğmeyen komutanlar, hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına sahip çıkan hukukçular, sivil toplum örgütlerinin yöneticileri cezaevine konulur.

- Diktatörlüklerde parasız eğitim isteyen gençler bile cezaevine konulur.

- Diktatörlüklerde millet sizi vekil bile seçer ama siz yine de cezaevinden çıkamazsınız.

- Diktatörlüklerde yargılamalar, cezaevinin içindeki özel duruşma salonlarında yapılır.

- Diktatörlüklerde savcılar binlerce sayfalık iddianame yazabilir ama sanıkların savunma hakları kısıtlanır.

- Diktatörlüklerde uydurma ve sahte belgeler havada uçuşur.

- Diktatörlüklerde iddia makamı iddiasını ispat etmez, sanıklar suçsuzluklarını kanıtlamak zorunda bırakılır. “Gizli tanık” ifadeleriyle kalem kırılır.

- Diktatörlüklerde cezaevlerindeki tek kişilik hücreler bile “başkent”e görüntü aktaran kameralar tarafından 24 saat izlenir. Cezaevlerinde maddi ve manevi işkence yapılır.

- Diktatörlüklerde gazete, dergi dağıtan çocuklar tutuklanır, işkencede ölür.

- Diktatörlüklerde muhaliflerin tutukluluk süreleri o kadar uzatılır ki, cezaya dönüşür.

- Diktatörlüklerde azılı katiller ve dolandırıcılar bile eğer yandaş ise, en fazla bir-iki ay içeride misafir edilip ağırlanır, sonra serbest bırakılır.

- Diktatörlüklerde sadece cezaevleri değil, mahkemelerin duruşma salonları bile “başkent”e görüntü aktaran kameralarla donatılır. Duruşmaları “başkent”ten izleyen yetkililer, “bağımsız” görünümlü savcıların kulağına soru fısıldar ve sorulmasını ister.

- Diktatörlüklerde yasalar, sadece muhalifleri bağlar.

- Diktatörlüklerde “bizimkiler” ve “onlar” vardır. “Onlar”; iş bulamaz, göreve atanmaz, iş kuramaz, çocuklarını dershaneye göndermek için kredi alır ve ödeyemeyince intihar eder. “Bizimkiler”in çocukları hep hastadır; askerlik yapamaz... “Onlar”ın çocukları, üç haftalık eğitimle cepheye sürülür.

- Diktatörlüklerde herkesin telefonu dinlenir, internetteki yazışmaları izlenir, girdiği siteler kaydedilir. İnternet siteleri kapatılır.

- Diktatörlüklerde aykırı ses veren basın-yayın kuruluşlarına ağır vergi cezaları yağdırılır. Gazete ve televizyonların yöneticilerine sık sık “ayar” çekilir.

- Diktatörlüklerde yolsuzluklardan, usulsüzlüklerden, diktatörlerin ailelerinin köşeyi dönme öykülerinden söz edilemez. Edenin hayatı söndürülür!

- Diktatörlüklerde “saray soytarılığı” kurumu olur ve bu kadro silikonlu, botokslu şarkıcı tayfası tarafından gönüllü olarak doldurulur.

- Diktatörlüklerde sadece yandaş medya değil; yandaş sermaye, yandaş sivil toplum örgütü, yandaş baro, yandaş bilim insanları yaratılır ve desteklenir.

- Diktatörlüklerde dinci oluşumlar, tarikatlar ve cemaatler özenle korunur ve desteklenir.

- Diktatörlüklerde sendikalar ya yoktur ya da göstermelik olarak vardır.

- Diktatörlüklerde işçiler, öğrenciler hak arama eylemi yapamaz, bunun için sokağa çıkamaz.

- Diktatörlüklerde ille de gösteri yapmak isteyen eylemciler önce biber gazıyla uyarılır, sonra da kışın ayazında buz gibi havuzlara atılarak kendilerine getirilir.

- Diktatörlüklerde kadınlar, Dünya Kadınlar Günü‘nde polis tarafından saçlarından sürüklenerek götürülür.

- Diktatörlüklerde karikatür bile yasaklanır, çizenin canına okunur!

- Diktatörlüklerde diktatör her gün bıkmadan konuşur. Bazen günde beş kez konuşur. Ama asla dinlemez. Hatta kendi davetiyle toplanan parlamentonun gizli oturumunda konuşulanları bile dinlemez.

- Diktatörlüklerde devlet yoksul halktan, ödeyebileceğinin çok üzerinde vergi alır. Bu paranın küçük bir bölümüyle göstermelik işler yapar ve göz boyar; kalanını kamu ihaleleriyle yandaşlara aktarır.

- Diktatörlüklerde sık sık “asılsız ihbarlar” yapılır.

- Diktatörlüklerde bu asılsız ihbarlar gerekçe gösterilerek, devletin en gizli odalarına bile girilir, buralarda elde edilen bilgiler yandaş medyaya aktarılır.

- Diktatörlüklerde “özgürlük”, “demokrasi”, “laiklik”, “adalet” gibi kavramlardan çok sık söz edilir ve bu kavramların içi boşaltılır. Hiçbir diktatör, diktatör olduğunu kabul etmez, demokrat geçinir.

- Diktatörlüklerde ülkeyi yönetenler, önlerinde eğilmeyen herkesi azarlar.

- Diktatörlüklerde kutlama yapmak halka yasak, diktatör ve adamlarına serbesttir.

- Diktatörlüklerde bazı şarlatanlar televizyonlara çıkıp, ülkenin kurucularına “diktatör” diye hakaret edebilir...

***


Çok şükür ki (!) bugün bunları yaşamıyoruz... İşte bu yüzden, “Atatürk diktatördü” diyen o kadın yazar, “gerçek diktatörlük” nedir bilmiyor...

Kusurunu affedin!


Mustafa Mutlu - mmutlu@gazetevatan.com
2011-12-06 11:54:30
Doğunun iki büyük oğlu ; Güneş ve Türk...
Ahmet ÖZYER
04 Aralık 2011, 15:31

Güneş’i ve Türk’ü doğuran şefkatli ana kucağı…Bu kucakta büyüdü Türk, bu kucakta beslendi, bu kucakta yiğitleşip dünyaya nam saldı.

Doğu ana bu iki büyük oğlunu doğururken onların yükseklere çıkıp ufkun da ötesine bakmalarını hayal etmiş olacak ki bu iki oğul gözlerini doğdukları günden beri batıdan, onun da batısından, ufkun da ötesindeki batıdan alamadılar.

Büyük oğul güneş düştü önce yola.Doğdu, yükseldi ve gitti…Anası ardından bakakaldı.Oğlu ondan uzaklaştıkça gözleri karardı, içinden bir şeyler koparmış gibi oldu.Güneş uzaklaştıkça dünyası kararıyordu ananın...Ve büyük oğul güneş sonunda gözden kaybolmuştu.Zifir gece…

Türk düşündü, düşündü…Onun da aklı ufkun ötesindeydi.Türk geceden daha kara düşündü…
Sonunda bir kurt ulumasıyla uyandı derin düşüncelerden.Gitmeliydi o da.Ana kucağından çıkıp ufkun arkasına bakmak için yola çıkmalıydı.Bu düşünceyle büyüdü Türk, bu düşünceyle yiğitleşti, bu düşünceyle abisinin boşluğunu doldurup anasına ışık oldu.Önce tutup kaldırdı annesini yükseğe.Sonra kendisi yükseldi.Binlerce yıl sonra kendisine hatırlatılacak olan “Yüksel Türk, senin için yükselmenin hududu yoktur” sözünden habersizce yükseldi.

Tanrı katına vardı.Tanrı’yı tanıdı, kendisinden daha güçlü olan varsa işte o da Tanrı’ydı.Bunu anladı, buna iman etti.İşte yüzlerce yıl sonra Tanrı’nın hizmetkarı olacak olması da bu günden başlamıştı aslında.

Tanrı ona yeryüzüne inmesini söyledi.Buyruğa karşı gelinmezdi ve Türk “yağız yer”e indi.Yağız yere onu Tanrı göndermişse onun değerini bilmeliydi artık.O çökmedikçe töre çökemezdi artık.Sadık dost da oydu, son kucak da…Türk bunu da anladı.

Artık anadan ayrılmanın vakti geldi.Türk Tanrı’nın kırbacı oldu gitti batıya…Anası üzülür gibi oldu önce, içi sıkılır gibi…Sonra dedi ki ; abisi de gitti ama bak her gün döner gelir anasının yanına, vefasız değildir benim evlatlarım…

Türk annesinin bu sözünü duyamayacak kadar uzaktaydı artık.Balkanlarda, Avrupa içlerinde, Viyana önlerinde, İstanbul surlarında, Arap çöllerinde, Afrika sırtlarındaydı artık.Mohaç ufkunda uçuyor, Ankara’da düşüyor sonra yine ayağa kalkıyor İstanbul surlarını dövüyordu…Türk artık anasını duymuyor, Tuna’yla konuşuyor, Kızılırmak’la sırlarını paylaşıyor, derdini Akdeniz’e döküyordu…

Güneş her gün gidiyor ve geri dönüyordu.Ama giden Türk geri dönmüyordu.Türk’ün gidip dönmediği bir tek Yemen değildi…Annesi evladından uzakta her geçen gün biraz daha çöküyor, yıpranıyordu.Yiğit evladı yoktu ki annesini ciğersiz milletlerin kıskacından kurtarsın.Yiğit Türk artık ufkun arkasından hükmediyordu dünyaya ama annesi aklına gelmiyordu artık.Bazen ardına dönüp bakıyordu ama anayurduna çok uzaktı…

Anne evladına duasını esirgemiyor, dara düştüğünde biricik yiğit oğluna temiz ağzıyla Türkistan duaları gönderiyordu.Türk de bunun farkındaydı ama nedense dönmüyordu, dönemiyordu annesine…

1071-2010…939 yıl sonra atam, Sultan Alparslan’ın ayak bastığı, dağları titrettiği, kahpeyi dize getirdiği topraklardayım.Çağın kılıcı -kalem- elimde; Süphan eteklerinde, tam da zalim düzeninin yerle bir olduğu o topraklardayım.

Burunları sümüklü, ayakları kirden simsiyah, Süphan rüzgarının yaktığı esmer tenleri olan çocukların okuduğu bir köy okulunda müdürüm.Her gün okula giderken ve okuldan dönerken gözümü alamıyorum Süphan’dan, yükseklerden…

Günlerden 10 Kasım.Ata’yı andık okulda.Buruktum…Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya mısrasını iliklerime kadar hissediyorum.İçim parçalanıyor.

Türk geçmiş bu topraklardan…Ama geçmiş, bir daha geri dönmemiş…İşte bu acıtıyor yüreğimi.Konuşmamı yaptım törende.Dilim döndüğünce Türk’ü, Atatürk’ü anlattım çocuklara.Taş atan, ülkede iki bayrak olduğunu zanneden, ciğersizlerin kucağına düşmüş çocuklara…

Tören bitti köyün içinde gezintiye çıktım.Hayatımda yaktığım en efkarlı sigaram elimde…Annemi özlüyorum, ata topraklarındayım ama annemi binlerce yıl önce terk etmiş gibiyim sanki…Özür mü dilemeliyim?Faydasız olurdu…Yürüdüm doğuya doğru, Süphan’a, doğunun yükseklerine…Virane sokaklardan birinin başında gözlüğünün altında bakan, sinirli ve yaşlı bir çift göz…Bakışlarını bende dondurmuş, batıdan gelen bana bakıyor, bende batıyı görüyordu herhalde.Boyalı batılı ayakkabılarımda doğunun çamuru, sarışın batılı tenimde doğunun rüzgarı ve gözlerimde doğunun yaşlı gözleri…Ürperiyorum, yalan yok…

Korkarak yanına gidiyorum ihtiyarın.Selamünaleyküm diyorum.Selam Allah’ın, o da karşılık veriyor.Simsiyah taşlardan yapılmış duvara yaslanarak konuşuyor benimle.Nerelisin?Konyalıyım amca.Amca çok sinirli.Mizacı böyledir diye düşünüyorum.Ortam yumuşasın diye öylesine soruyorum aklıma gelen ilk soruyu, gülümseyerek.Sen nerelisin amca?Ben, diyor, seninle aynı yerdenim.Anlayamıyorum.İhtiyar devam ediyor.Orta Asya’dan geldim ben…Kusura bakma bugün moralim biraz bozuk, dedem öldü benim dedi.
Dizlerim titriyor.Böyle bir cümleyi duyma ihtimalimin sıfır olduğunu sanırdım.Doğruydu ama doğruların yok olmaya yüz tuttuğu topraklarda bir doğrunun bu kadar yalın olarak yüzüme söyleneceğine ihtimal vermiyordum…

Doğru söylüyorsun dedim.Okula daha önce geldiğini ve müdürle görüşmek istediğini fakat müdürü bulamadığını söyledi.Benim müdür olduğumu bilmiyordu ama kızmıştı müdüre sanırım bulamadığı için.Korkarak müdür olduğumu söyledim, ardından hemen ekledim çayımı içmeye gel her zaman…Gelirim dedi.

Ayrıldık.Günler geçti aradan gelmedi.Sonra bir gün çıkageldi.Hemen buyur ettim çay yaptım, sigara ikram ettim almadı ama sen iç ben de seni seyredeyim dedi.Çaylarımızı içerken hayranlıkla benim sigara içişimi izledi.

Gittikçe ısınmıştım Yusuf Amca’ya.Sohbet koyulaştı.Adı Yusuf soyadı Ata.Ama ismini söylerken Yusuf Atatürk diyordu.Atatürk benim dedemdir dedi.Anlattıkça anlatıyordu.Eski öğretmenlerden, eski öğrencilerden, eskilerden bahsetti hep.Sonra hem fikir olarak kimler geldi kimler geçti dedik bir ağızdan.

Bir itirafta bulundum.Yusuf amca etrafına baksana buraya gelen herkes gitmek ister dedim.Birden durdu.Film sahnelerindeki en usta oyunculardan bile daha doğal bir yüz ifadesiyle bana baktı.Kızmıştı…

Yanlış bir şey söylemiş olmaktan korkarak belki yumuşar diye öyle değil mi ama? dedim.
Gidin tabi bırakın gidin buraları dedi.Şimdi siz buralardan gitmeseydiniz buralar hep orman olurdu dedi.Anayurt Ötüken Ormanları’nı düşündüm.Bilmiyorum ama sanırım şimdi oralar da Moğolistan çöllerine uyum sağlamış, çölden de çöl olmuştur..

Bırakın gidin tabi…Sen gideceksin, o gidecek, kimlere kalacak burası…İşte burada yaşayanlar.Bir taş koymamışlar taş üstüne dedi.

Okul yıllarında bir dönem dilime dolanmış, sen yanmazsan ben yanmazsam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa sözleri geldi aklıma yine.

Sonrası nasihatler.Gitmeyin, bırakmayın yurdunuzu…Beynimden kurşun yemiş gibiydim.Bu sözlerin üstüne en az yarım saat daha konuştuk ama hiçbirini hatırlamıyorum şimdi.Bu sözler kurşun olup saplanmıştı çünkü beynime…Utandım…

Yusuf amcayı uğurladım.Sözleri aklımdan çıkmıyor o günden beri.Kalıp savaşmayı istiyorum ama hemen ardından yalnız olduğum düşüncesi geliyor aklıma.Yalnızlığı hissediyorum içimde.

Nerede Anadolu’daki bozkurtlar? Nerede karanlıkları yırtan ulumaları? Nerede doğunun evlatları? Neden dönmez gidenler?

Nerede o yiğitler ki, gür sesleri ülkeyi bürür
Yürü dese dağlar yürür, dur dese kalpler dururdu…

Dilimde hep ortaokulda korodayken söylediğim “Burası Muş’tur” türküsü şu sıralar…Ama ne yazık ki o zamanlar Muş’u hiç düşünmeden söylüyordum Muş’un türküsünü…Şimdi düşünüyorum Muş’u, Malazgirt’i, Alparslan’ı, tüm geçmişimi ve doğuyu, annemi…

Yalnızım neredesiniz bozkurt kardeşlerim, uzatın ellerinizi can çekişen annenize, bırakın batıyı…Çünkü geldiğimde gördüm ki kızıl elma burada.Bir sabah güneş doğarken doğuya bakın, gözleriniz kamaşsın, kardeşiniz güneşin ışıkları saplansın gözlerinize, saplansın ki uyanın…Sen uyursan annen ölür...
2011-12-07 08:27:00
İRAN
Ezberinizi Bozacak Çarpıcı Analiz!!!
Sıradan bir komplo teorisi yazısı değil. Son 30 yılı dikkatle incelediğinizde düşman gibi gözüken iki ülke birbirini nasıl güçlendirdi. İran-ABD ilişkisi. Ezberlerinizi bozacak analiz.
"İran, devrimden bu yana Amerika'yı ve İsrail'i düşman kutba oturtmuş da olsa, 30 yılı aşkın süredir ne İran'ın Amerika'ya, ne de bilhassa bölgemizde Amerikan politikalarının İran'a zarar verdiğine şahit olduk"

"İran, Amerika ve İsrail karşıtlığıyla Müslümanlar nazarında prestij kazanırken, bölgede bilhassa son on yıllık Amerikan politikaları da hep İran'ın lehine gelişti"

"Afganistan'da olsun, Irak'ta olsun Amerikan politikalarının bölgemizde İran'ı nasıl güçlendirdiğini ve İslâm dünyasında tehlikeli bir Sünnî-Şiî ayrışması ve kutuplaşması doğurabilecek şekilde geliştiğini de görmezden gelemeyiz."

Dünya kamuoyunda sürekli ABD ve İran'ın birbirini ne zaman vuracağına ilişkin haberler çıkıyor ama perde gerisine baktığınız zaman, bu iki ülke politikalarının birbirlerini nasıl güçlendirdiği görülüyor. ABD, İran'ın bölge için tehdit olduğu iddiasıyla Ortadoğu'ya iyiden iyiye yerleşirken, İran da ABD karşıtlığı sayesinde İslam ülkeleri karşısında hep prestij kazanıyor.

Ve asıl tehlike... ABD-İran çekişmesinde en fazla zararı bölge ülkeleri ve İslam dünyası görüyor. Zira Şii-sünni ayrışması ve kutuplaşması doğurabilecek gelişmeler artık görmezden gelinmeyecek kadar açık cereyan ediyor...

Ali Ünal'ın İran üzerine çarpıcı analizi;

İran'ı ve politikalarını anlamak ve bilhassa Türkiye açısından değerlendirmenin önemli ipuçlarından biri, 12 İmam Şiîliği'nin Safevîlerle birlikte devrin şartlarında Rafızîlik tonunda İran'da devlet olmasıdır.

Başlangıçta Sünnî Erdebil tekkesine dayanan Safevîler, tekkelerini siyaset kurumu haline getirince rakip gördükleri Osmanlı Devleti'nin karşısında 12 İmam Şiîliği'ni tercih ve zaten muhalif karakterli Şiîliği âdeta Rafızîlik şeklinde benimseyip tatbik ettiler.

OSMANLI DEVLETİ'NE HEM KÖSTEK OLDULAR

İranlı Ebu'l-Fazl İzzetî'nin A History of the Spread of Islam (İslâm'ın Yayılış Tarihi) adını verdiği güzel ve değerli bir çalışması vardır. Şiî bir İranlının bu objektif çalışmasına baktığımızda, tarihte İslâm'ın yayılışında Şiî-Rafizîliğin bir katkısının olmadığını görürüz. Çünkü İslâm içinde bir muhalif hareket olan Şiîlik, nasıl Müslümanların büyük çoğunluğuna karşı konumlanmış ve mücadelesini bu çoğunluğa karşı vermişse, Safevîler de, Osmanlı Devleti içinde bilhassa Türkmenleri, Celâlîleri kışkırtıp durmuşlar, Osmanlıları kendileriyle meşgul olmaya mecbur bırakarak, Batı'ya yönelik açılmalarına ve genişlemelerine önemli ölçüde engel olmuşlardır.

1979 devriminin önderi Ayetullah Humeynî ve Ali Şeriatî gibi bazı ideologları, Safevîliği reddetmişlerdir. Humeynî, hacda Sünnîlerle birlikte namaz kılma, namazları günde beş vakit olarak kılma gibi Müslümanların birliği adına tavsiyelerde bulunmuş ve İrşad Bakanlığı bünyesinde Mezhepleri Yaklaştırma Bürosu açılmıştır. Ne var ki, Humeynî'nin tavsiyeleri müsbet ve kalıcı bir tesir meydana getiremediği gibi, Mezhepleri Yaklaştırma Bürosu'nun pek çok yayınında da mezhep farklılığı ön planda olmuştur. Meselâ, bu büronun yayınlarından olan Es-Sünnetü fi'ş-Şerîati'l-İslâmiyye adlı kitabın ilk 17 sayfası Sünnet'i ve önemini işlerken, kalan 150 kadar sayfası bütünüyle elbette Şiîleri "şüphesiz haklı" çıkaracak şekilde Sünnet ve Hadis çerçevesinde Sünnî-Şiî farklılığını tartışmaya ayrılmıştır.

İRAN'IN DESTEK VERDİĞİ ÜLKE LİDERLERİ

İşte, İran'ın politikalarını anlamada İran'ın tarihî Osmanlı-Türkiye rekabeti ve Şiîliği Sünnîlik karşısında muzaffer görme hedefi ve psikolojisi nazardan uzak tutulamaz. İran'ın devrimden sonra da takip ettiği politikalarına baktığımızda, meselâ Pakistan'da Butto yönetimiyle iyi geçinirken, merhum Ziyaü'l-Hak'ka muhalif olduğunu, Afganistan'da Taliban'ı ve yönetimini hiçbir zaman istemediğini, bugün nasıl Nusayrî Suriye yönetimine destek veriyorsa, 1982 korkunç Hama katliamında da Suriye'nin yanında durduğunu görürüz. Bunları, İran'ın tarihî Osmanlı-Türkiye rekabetini ve Şiîlikle de desteklenen İslâm dünyasındaki çoğunluğa karşı muhalif tavrını dikkate almadan sadece strateji ve menfaatle izah etmek eksik kalır. Bir ülkenin mezhebine karışmak veya bu ülkenin politikalarını değerlendirirken mezhep ayrımı yapmak elbette işimiz değil. Fakat bir realiteyi anlamaya çalışır ve bu realite karşısında nasıl davranılması gerektiğini değerlendirirken elbette bu faktörler göz ardı edilmeyecektir.

İran, devrimden bu yana Amerika'yı ve İsrail'i düşman kutba oturtmuş da olsa, 30 yılı aşkın süredir ne İran'ın Amerika'ya, ne de bilhassa bölgemizde Amerikan politikalarının İran'a zarar verdiğine şahit olduk.

ABD POLİTİKALARI İRAN'I HEP GÜÇLENDİRDİ

İran, Amerika ve İsrail karşıtlığıyla Müslümanlar nazarında prestij kazanırken, bölgede bilhassa son on yıllık Amerikan politikaları da hep İran'ın lehine gelişti. Tabiî bu tesbiti yaparken, Amerika ile İran'ın alttan alta birbirlerini kolladığı gibi bir iddiada da değiliz. Ama Afganistan'da olsun, Irak'ta olsun Amerikan politikalarının bölgemizde İran'ı nasıl güçlendirdiğini ve İslâm dünyasında tehlikeli bir Sünnî-Şiî ayrışması ve kutuplaşması doğurabilecek şekilde geliştiğini de görmezden gelemeyiz.

İsrail, İran'a saldırır mı? İsrail, elinden gelse hâmisi Amerika dahil, kendinden başka hiçbir ülkede nükleer silah olsun istemez. Bunun için belki İran'ın nükleer çalışmalarına kalıcı darbe vurmak teşebbüsünde bulunabilir; fakat herhalde bir İran-İsrail sıcak çatışması zor olsa gerektir.
2012-01-17 17:01:10
Aziz ÜSTEL
Aselsan cinayetleri!


Aselsan’da birçok gizli ve önemli çalışmayı yürütmüş, 31 yaşında makine mühendisi Hüseyin Başbilen bir aracın içinde ölü bulunuyor. ODTÜ mezunu mühendisin sol bileğinde, sağ kolunda ve boynunda kesikler var. Adli Tıp, otopsi sonucu “intihar etmiştir” diyor.

Tarih 16 Ocak 2007. Yer: Gölbaşı (Ankara)

Aselsan’da görevli, ODTÜ diplomalı elektrik mühendisi, 30 yaşında Ali Ünsem Ünal, otomobilinin içinde tabancayla vurulmuş olarak bulunuyor. Aselsan’da üç yıldır çalışan mühendisin de intihar ettiği geçiyor kayıtlara.

Tarih: 26 Ocak 2007. Yer: Batıkent (Ankara)

Gene ODTÜ mezunu 26’sındaki Evrim Yançeken, 2 yıllık Aselsan görevlisi, oturduğu yedinci kattaki dairenin penceresinden kendini attı mı yoksa birileri mi onu attı bilinmiyor. Ama sonuçta o da öldü.

Evrim Yançeken, uzun süredir doktora tezi üzerinde çalışıyormuş. Yazıp bıraktığı notta “psikolojim çok bozuldu. Yüksek lisans tezimle ilgili büyük sıkıntılar yaşıyorum. İntiharımdan kimse sorumlu değildir. Ailemin üzülmesini istemiyorum” yazılıydı.

Buyurun size üç değişik biçimde gerçekleşen, tümüne de intihar denen ölüm.

Aselsan yönetiminden çıt çıkmıyor, bu altı ay içinde gerçekleşen üç sözde intiharla ilgili.

Aselsan, elektronik ve iletişim alanlarında TSK’nın dışa bağımlılığını en alt düzeye indirmek için kurulmuş bir şirket. Gerek sabit, gerek mobil gerekse de el telsizlerinden tutun da F-16’ların aviyonik donanımına değin birçok konuda başarıya ulaşmış ya da ulaşmak üzere. Ancak, F-16’larının modernizasyonu için gerekli, dost/düşman ayırımı yapan aviyonik güncellemesini tam anlamıyla çözmüş değil. Ama eli kulağında ve bu üç mühendis de bu konuda çalışıyor. Eğer F-16’ların aviyonik donanımı geliştirme (up grade) ihalesi, örneğin İsrail ya da uçağın üreticisi General Dynamics’e verilirse Aselsan başarıya ulaşmadan, bize çıkacak fatura 650 milyon dolar!

Aselsan’da birçok önemli projeyi yürüten Hüseyin Başbilen’in 7 Ağustos 2006’da arabasının içinde ölü bulunmasıyla ilgili soruşturma hala sürüyor. Adli Tıp raporunun altında 10 imza var; yedisi ‘intihar’ derken üçü ‘cinayet’ diyor bu ölüme. Başbilen ailesinin avukatı Birgül Güven bir gazeteye verdiği demeçte şöyle diyor: “Başbilen’in ölü bulunduğu araç içinde çıkan çantasında bulunması gereken dosyalar kayıp. Babası Vehbi Başbilen’e dahi göstermediği ve “bunlar çok gizli projeler” dediği dosyaların bir anda ortadan kaybolması düşündürücü!”

Derken, Hüseyin Başbilen “intiharıyla” ilgili soruşturmayı yürüten Ankara Cumhuriyet Savcısı Murat Demir, kanıtları bilirkişiye teslim etti. Ve bilirkişi ‘cinayet’ dedi. Bilirkişi raporu arabada başka parmak izlerinin de olduğunu, Başbilen’in çantasının da sonradan arabaya konduğunu saptadı.

Değerli üç mühendis, ‘çok gizli’ olarak nitelendirilen projeleri yürütürken öldü. Adli Tıp Kurumu “intihar” dedi. Neden? Bilirkişiyse “cinayet” diyor. Tabi, en önemlisi, Aselsan bu konuda niçin hiçbir yorumda bulunmuyor; hele de yönetim kurulundaki emekli paşalar! Ergenekon’un uzantısı mıdır, bu cinayetleri işleyenler, dış istihbarat birimlerinin tetikçileri mi, bilen yok. İşin ilginç yanı konuşan da yok arkadaş!
guzel bır yazı olmuş türkıye gerceklerı
(edited)
2012-02-08 01:15:13
Demin dirty leo nun paylasdigi yazi vardi. Okudum, kayboldu neden acaba tamamen yok oldu. Genel Kültürdü galiba basligi
2012-02-11 20:04:54
Hikmet GENÇ
hikmetgenc@stargazete.com

MİT ve AK Parti’yle Mücadele Eylem Planı
11 Şubat 2012 Cumartesi

MİT Müsteşarının ifadeye çağrılmasını anlama adına iki altın kuralla başlayalım;

1- Eğer haberi ilk defa duyuran ve manşeti atan Hürriyet’se, dikkat edeceksin!.. Zira şimdiye kadar bu gazetenin ülkenin hayrına manşet attığı görülmemiştir... Tecrübeyle sabittir..

Gün gelir post-modern ‘silahsız kuvvetlere’ gaz verirler.. Gerekli hallerde ‘411 eli’ kaosa kaldırırlar... Kaosta başarılı olamazlarsa cuntacıları kurtarma adına sulandırma işine yönelirler...

2- Kimse kıvırmasın, görmezden gelmeye de çalışmasın.. Oslo görüşmesi ile ilgili ses kaydı internete düştüğünde Erdoğan açıkça Hakan Fidan’ı kimseye yedirmeyeceğini söylemişti... İşte bu yüzden, birileri Hakan Fidan’ı bitirmek istiyorsa, asıl hedef Erdoğan ve Hükümettir..

Şimdi devam edelim...

Süreç Oslo görüşmesi ile ilgili ses kaydının internete düşmesiyle başladı...

Erdoğan’ın Mısır gezisi sırasında İsrail’e karşı yaptırımları konuştuğu sırada ses kaydı sızdırılarak düğmeye basılmış oldu..

İstihbarat birimlerinin düşmanla görüşebileceği, bunun taktiksel olabileceği, düşmanın içine sızma, gücü tartma, manipülasyon ve dezenformasyon için yapılabileceği aylarca tartışıldı..

Buradan fazla bir şey çıkmayacağı belli olunca, planın ikinci perdesi devreye girdi...

Uludere faciası...

34 masum vatandaşın bombalanarak öldürülmesi büyük bir infiale yol açtı...

Bombalamanın ertesi günü Uludere ile ilgili MİT raporları yayınlandı...

Raporlar ve dolayısıyla senaryo hazırdı... Uludere’nin sorumlusu MİT !..

MİT raporları yalanladı...

Ortada bir gerçek vardı.. Hava operasyonları bir çok farklı kanallardan istihbarat alınarak gerçekleştirilir.. Ve nihai olarak karadan alınan istihbarat onayladıktan sonra başlatılır..

Heron görüntülerinde belirgin olan bir şey vardı.. İlk atılan havan toplarından sonra paniğe kapılıp toplanmış, bir araya gelmişlerdi kaçakçılar.. Terörist olsalardı, hemen dağılıp tek bir hedef olmaktan kaçınmaları gerekirdi... Yani terörist olmadıkları en baştan belli olmuştu...

Uludere’nin sorumluları meselesi ciddileşip, soruşturma derinleştirilince planın 3. kısmı devreye girdi...

Ne olursa olsun MİT’in, dolayısıyla direkt bağlı olduğu Başbakan’ın bir şekilde sıkıştırılması gerekiyordu...

Nihayetinde savcı harekete geçti, Hakan Fidan’ı ( eksi müsteşar ve yardımcısı da dahil) ifadeye çağırdı...

Ne tesadüftür ki(!), aynı gün Mehmet Baransu’yu takip eden iki MİT’çi yakalandı!...

Ve yine ne tasadüftür ki(!), bir sonraki gün MİT’in bazı Taraf yazarlarını illegal olarak dinlediği ortaya çıktı!..

Şimdi kafamızı bulandıran o sorulara gelelim...

***

Hakan Fidan’ın göreve getirilmesiyle birlikte, MİT yeni bir yapılanma sürecine girdi.. Bölgesel güç olma adına içeriden ziyade dış istihbarat alanında aktif olacak bir yapılanmaydı bu..

Soru;

Böyle bir şey bölgede en çok kimi ya da kimleri rahatsız eder?...

***

Uludere faciası’na ( ki bunun bir kumpas olduğunu yukarıda söyledik) kadar son aylarda PKK ile mücadelede çok başarılı operasyonlar gerçekleştirildi... Dağ kadroları ciddi kayıplar verdi... Şimdiye kadar girilmemiş bölgelere girildi.. Sayısız sığınak imha edildi...

Diğer yandan şehir yapılanması olan KCK, yapılan baskın ve tutuklamalarla pasifize edildi...

Dağa kadro devşirme ve maddi kaynak aktarma imkan ve kabiliyeti kalmadı...

Soru;

Böyle bir süreçte ‘KCK ve PKK ile anlaştı, hainlik yaptı..’ diyerek MİT’i suçlamanın maksadı ne olabilir?... Hedefe MİT’i koyup PKK’nın tasfiye sürecini dondurmak isteyen güç nedir?...

***

Oslo görüşmesi’nin sızması ( Odatv ve Aydınlık desteği!..)..,

Uludere faciasını MİT’in üzerine yıkma adına sızdırılan raporlar..,

Fidan’ın ifadeye çağrıldığı gün kulağındaki cihaza göstere göstere hem de 3 defa basarak kendini belli eden ve armut gibi yakalanan MİT’çiler!!..,

Bir sonraki gün MİT’in illegal dinlemeleri...,

Soru;

Bunca sızma neyi gösteriyor... MİT’in bir Ergenekon kanadı mı var?.. Darbe yaparak alaşağı edemeyeceklerini bildikleri iktidarı bu yolla mı bitirmeyi hedefliyorlar?...

***

Balyoz belgelerini ortaya döktüler... İrticayla mücadele eylem planını deşifre ettiler...

Ergenekonla ilgili bilgi ve belgeleri korkmadan yayınladılar...

Şimdi ise Ergenekoncular’ın umudu oldular!...

Düğmeye basıldığı ve planlandığı çok belirgin bir şekilde MİT’e, Fidan’a ve dolayısıyla AK Parti’ye karşı savaş açmış durumdalar..

Soru;

‘AK Parti’yle mücadele eylem planı’nda rol almanın amacı nedir?!..

Bu plan kimin planı?!..

Dün öyle, bugün böyle...

Dünden bugüne değişen ne ?!!...
2012-03-22 22:28:43
İsmet Paşa


İSMET Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın öldüğüne çok üzülmüş göründü ama işin içyüzü öyle değildir... Zaten dargındılar. Hattâ bir rivayete göre Atatürk ölüm döşeğindeyken İnönü’nün öldüğünü sanıyordu. Bu yüzden onun çocuklarına burs bağlanmasını vasiyet etmişti, Atatürk’ün vasiyetinin tamamı henüz açığa çıkartılmamıştır. Gizli tutuluyor. Niçin? Onu açıklamaktan korkanlar var. Korkularının, çekinmelerinin sebepleri ve gerekçeleri nelerdir? Onları da bilmiyoruz.

İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olunca “Millî Şef” unvanını aldı. Şef, Almancadaki Führer’în Türkçesidir. İtalya’da Duçe...

Paşa paralara ve pullara kendi resmini koydurttu. Atatürk’ün ev hapsinde tuttuğu Kazım Karabekir Paşa’yı Meclis Başkanı yaptı. Sağa sola heykellerini, büstlerini diktirdi. Zahiren ah Atatürk, vah Atatürk diyordu ama saman altından kendi saltanatının temellerini atıyordu.

Atatürk ölünce saltanat taraftarları ümide kapılmışlar, Mısır’da yaşayan Şehzade Ömer Faruk Efendiyi tahta çıkartmak için harekete geçmişlerdi. Son Halife Paris’te yaşıyordu ama ihtiyarlamıştı...

Bazıları İsmet İnönü’yü demokrat zihniyetli biri olarak göstermeye çalışıyor. Onun demokratlıkla en ufak bir alakası yoktur. Çoğulculuğa, aykırı fikir ve görüşlere, en ufak bir muhalefete, en doğru bir tenkide tahammülü yoktu.

1944’te milliyetçileri ve Türkçüleri toplattırmış, İstanbul Bahçekapı’daki Sansaryan hanındaki tabutluklara koydurtmuş, feci işkenceler yaptırtmıştı. O tarihte ben çocuktum, Galatasaray’ın Ortaköy’deki ilk kısmında yatılı okuyordum. Rahmetli Hamdune teyzem Cağaloğlu’nda kızı ve damadı ile birlikte oturuyordu. Aynı sokakta Emniyet Birinci Şube Müdürü de ikamet ediyordu. Kısa boylu bir zattı, hanımı Giritliydi, mükemmel Rumca bilirdi. Bir hafta sonu tatilinde teyzeme gelmiştim. Emniyet Müdürü ve ailesi misafirliğe geldiler. Müdür tabutluklarda yapılanları anlattıydı. Dün gibi hatırlıyorum... Daracık hücrelermiş... Tepede kocaman bir ampul, altındaki milliyetçinin beynini kaynatıyormuş. Yere çömelemesinler diye dizlerinin eklem yerlerine sopalar bağlamışlar...

İnönü zamanında bir yandan solculara ve komünistlere de baskı ve zulüm yapılıyordu ama el altından birtakım kızıl şahıslar destekleniyordu.

İnönü başa geçince Müslümanlar ümitlenmişlerdi ama hava aldılar. Onun zamanında bütün din mektepleri kapalıydı. İlahiyat fakültesi yoktu. Cami hizmetlisi yetiştiren hiçbir eğitim müessesesi yoktu. Hocasız köylerde, civardan imam getirilinceye kadar bazen cenazeler kokuyordu.

Medyada kalemşörlük yapan biri kalkmış, “Adnan Menderes, İnönü’den daha fazla diktatördü” diye yazmış. Tamamen hezeyandır. Menderes, İnönü’nün yanında Zemzemle yıkanmış gibidir.

Menderes zamanında baskı yapılmadı mı? Çok yapıldı. En fazla uyanık, şuurlu, idealist Müslümanlar ezildi. 1953’te Malatya’da Ahmet Emin vurulunca bütün yurtta Müslümanlara karşı terör ve dehşet kasırgaları estirildi, toplu tutuklamalar yapıldı.

İnönü zamanında camilerin 10’da sekizi kapalıydı. Bunlar CHP’nin oligarşik rejimi devrildikten sonra halk tarafından tamir edilmiştir.

Hafızasını yitirmiş bir toplum haline geldik. Yakın tarihimizi bilmiyoruz. Atatürk konusunda ileri geri konuşmak yasaktır. “İnönü’nün Hatırasını Koruma Kanunu” diye bir kanun yok. Bari 1938 ile 1950 arasının gerçek tarihi yazılsın.

Atatürk ile İsmet Paşa niçin darıldılar, bozuştular, hattâ çok sert şekilde münakaşa ettiler?

İsmet Paşa Atatürk’e ne dedi ve huzurdan çıktı?

Atatürk ile bozuştuktan sonra İnönü, devrin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi hocaya gidip dert yanmıştır.

Atatürk’ün onulmaz bir hastalığa yakalandığını ve uzun müddet yaşamayacağını biliyordu...

Stadyuma gitmiş, halka kendisini alkışlattırarak Atatürk’e nisbet yapmış, meydan okumuştur. Atatürk buna son derece kızmış ve sinirlenmiştir.

Gazeteci ve tarihçi Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu anlatmıştı. Bir gece geç vakitlerde bir iki kişi Cumhuriyet matbaasına gitmişler, kalıplarda değişiklik yaptırmışlar ve birkaç nüsha gazete basmışlar. O değişiklik neydi? Kimin için yapılmıştı? Bunları yazamam.

Ölümünden yarım asır geçmeden karşımıza allanmış pullanmış, sırma saçlı, sürmeli gözlü bir İsmet Paşa çıkartılmıştır. Atatürkçü mü Atatürkçü, devrimci mi devrimci, halkçı mı halkçı, iyiler iyisi, güzeller güzeli, devletin sadık hadimi, millet ve memleketin hizmetkarı... O gerçekten böyle miydi? Yoksa tarih ve gerçekler tahrif mi edildi?

Günlük BUGÜN gazetesini yayınladığım yıllarda, yakın tarihimizi iyi bilen bir zata “İkinci Adam Efsanesi” başlığı ile bir kitap yazdırtmış ve bunu gazetede tefrika ettirmiştim. O kitapta, bugün anlatılanlara hiç benzemeyen zalim ve makyavelist bir İnönü tasvir edilir.

İsmet Paşa özbeöz Türk müydü?

Ölüm döşeğinde iken bir komaya giriyor, bir açılıyordu. Zihninin berraklaştığı bir sırada yanında bulunan Kemal Satır’a “Kemal kütüphaneye git, Ermeni alfabesinde kaç harf vardı, onu bana öğreniver...” demiştir. Bunu o zamanın Milliyet gazetesinde okumuştum. Paşa, ölümüne birkaç saat kala niçin aklını Ermeni alfabesine takmıştı.

1986’da Van’a gittiğimde eskî müftülerden Şeyh Reşid Efendi ile tanışmış ve görüşmüştüm. İnönü’nün kökeni hakkında bana acayip şeyler söylemişti...

Validesi çok dindar bir kadındı. Onu üzmemek (veya ondan korktuğu) için Ramazan’da oruç yediğini saklardı.

Çok kindardı. Adnan Menderes ve iki bakanı onun kininden asılmıştır.

Gençliğinde Halıcıoğlu’ndaki Mühendishane-i Berri-i Hümayu’nda (Kara Harp Okulunda) seccadesini göze görünür yerlere sererek namaz kılarmış.

1960’lı yıllarda bir gün Cağaloğlu’ndaki Millî Türk Talebe Birliği’ne gelmiş, gençlerle sohbet etmişti. O tarihte Birlik solcuların elindeydi. Sohbet esnasında şu mealde bir laf etmişti: “İki şeye hâlâ aklım ermiyor. Birincisi yazıyı nasıl değiştirebildik. İkincisi kadınları nasıl açabildik...” (Gazete koleksiyonlarına bakılabilir.)

Saltanat zamanında hanımı çarşaflı ve peçeli gezermiş. Hatta eve erkek misafirler geldiğinde onlara görünmez, çayları veya kahveleri kapıyı tıkardatarak verirmiş.

Bendeniz devr-i İsmet’i yaşadım, gördüm. Halkın büyük kısmı sefalet içindeydi. Köylüler genellikle çarık giyerdi. Çıplak ayakla gezen çoktu. Ülke veremden, sıtmadan, frengiden kırılıyordu. Sosyal sigorta ve sosyal adalet yoktu. Memleket bit istilasına uğramıştı. Halkın yüzde seksenini oluşturan köylülerin çoğu yırtık pırtık elbiseler giyerdi. “Halkın hali nedir?” diyeni içeri atarlar, komünistlikten mahkum ederlerdi. Eski Bayındırlık bakanlarından Sırrı isminde bir zat (Soyadını unuttum) bir generale özel bir mektup yazıyor, içinde “Paşam bu memleketin hali ne olacak” şeklinde bir cümle sarf ediyor. Mektup ele geçti, eski bakan tutuklandı, 15 sene hapis yattı.

Zonguldak vilayetinde, kömür madenlerinde mecburi işçilik vardı, kaçanlara asker kaçağı muamelesi yapılırdı.

İsmet Paşa uçağa binmeyi sevmezdi, kendisine mahsus lüks bir Beyaz treni vardı, onunla gezerdi.

Oğullarından biri İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okurken, Dolmabahçe sarayını yurt olarak kullanmıştır. (Eski Tokat milletvekili Ahmet Gürkan’ın şimdi adını unuttuğum bir kitabında bu konuda bilgi vardır.)

İnönü zamanında Ezan-ı Muhammedi okumak yasaktı. Minarelerden Tanrı uludur diye bağırılırdı. Ankara’da Hacı Bayram Veli Camii Şerifinde Cuma namazı esnasında Arapça Ezan okuyan Ticanî tarikatına mensup Müslümanlar namazdan sonra camiye yakın Birinci Şubeye getirilir ve eşek sudan gelinceye kadar dövülürdü.

Bir hususu itiraf etmeliyim: İsmet paşa zamanında bu kadar kokuşma, rüşvet, hortumlama, hırsızlık, millet malını çalma, Belediyeleri sövüşleme yoktu. Zaten fazla para da yoktu. Devletin bütçesi topu topu 300 küsur milyon liraydı...

Allah’ım bir hakikat kalmasın âlemde nihan...

Mehmet şevket Eygi
2012-03-22 23:49:37
Bir hususu itiraf etmeliyim: İsmet paşa zamanında bu kadar kokuşma, rüşvet, hortumlama, hırsızlık, millet malını çalma, Belediyeleri sövüşleme yoktu. Zaten fazla para da yoktu. Devletin bütçesi topu topu 300 küsur milyon liraydı...

şimdi para var iktidardaki partinin milletvekilleri deniz feneri en belirgini din iman uğruna paraları götürdü başımızdakiler...

Bazıları İsmet İnönü’yü demokrat zihniyetli biri olarak göstermeye çalışıyor. Onun demokratlıkla en ufak bir alakası yoktur. Çoğulculuğa, aykırı fikir ve görüşlere, en ufak bir muhalefete, en doğru bir tenkide tahammülü yoktu.

bu cumhuriyeti kuranlardan olan meydan muharebelerinin baş kahramanı olan lozanda gerekirse yeni bir dünya kururlur ve Türkiye orda yerini alırsözüyle lozanı noktalayan ve büyük bir zafere imzasını atan, çok partili döneme geçişte ki chp nin başında olan bir isimden bahsediyorz demokratlıkla, çoğulculukla aykırı fikirlere en ufak bir tahammlü olmayan şuandaki akp zhniyeti ve onun yandaşçılarıdır. Ne kadar körelmiş bir zihniyetin ürünüdür bu düşnceler bunları okudukça bu zihniyetin dindarlığından bile şüphe ediyorum savundukları düşüncenin yansıması olan parti kul hakkı yer kpss rezilliği çıkar ortaya, deniz fenerinden yedikleri paralar ortada, açılım diye terörü en aktif duruma getirir bunları görmez bile bu kafalar

1986’da Van’a gittiğimde eskî müftülerden Şeyh Reşid Efendi ile tanışmış ve görüşmüştüm. İnönü’nün kökeni hakkında bana acayip şeyler söylemişti...

Validesi çok dindar bir kadındı. Onu üzmemek (veya ondan korktuğu) için Ramazan’da oruç yediğini saklardı.


inanılır gibi değil ayrımın kıralını yapıyor bunu yazan işte bu zihniyet müslmanlığı oruç tutmak ile bir tutuyor oruç tut ama paraları hortumla yeşil sermayeyi koy cebe nasıl olsa halkı din diye uyutuyorlar
sadece oruç tutuyorsan 5 emri yerine getiriyorsan müslümansın öyle göründe çaktırmadan ne yapabiliyorsan yap zihniyeti ne yazık ki...

İnönü zamanında camilerin 10’da sekizi kapalıydı. Bunlar CHP’nin oligarşik rejimi devrildikten sonra halk tarafından tamir edilmiştir.

şu yazıda tek bir kaynağa dayanan bir açıklama yok işte bir çamur at izi kalsın daha yandaşlarını cahil kesimi en güzel karşı taraf dinsiz din düşmanı diye uyutabileceğini biliyorlar sürekli bir asılsız kaynaksız bir iddialar ama yadırgamamak lazım rivayete göre mantığı ile çok uyuyor ...

İsmet Paşa özbeöz Türk müydü?

Ölüm döşeğinde iken bir komaya giriyor, bir açılıyordu. Zihninin berraklaştığı bir sırada yanında bulunan Kemal Satır’a “Kemal kütüphaneye git, Ermeni alfabesinde kaç harf vardı, onu bana öğreniver...” demiştir. Bunu o zamanın Milliyet gazetesinde okumuştum. Paşa, ölümüne birkaç saat kala niçin aklını Ermeni alfabesine takmıştı.


bu zihniyet ürünü bir iddia daha ne olduğu kimi ilgilendirir bukadar saçma bir yazı kaynaktan uzak direk olarak ayrıştırmayı yapan temelde bu zihniyet işte böyle açıyorlar kendilerini

Uzatmaya gerek yok her paragrafta suçlamak için saçmalamış delillerden uzak laikliği çağdaşlığı karalamak için yazılmış şursuzca bir yazı dönüp birde oy verdiği hükümetinin gerçk dolandırıcılıklarına baksın bu zihniyet sahibi bu ülke kurulması için ömrünü adamış birisine bu yakıştırmaları yapmak Allah katında da suçtur özgürlüğü borçlu olduğu insanları bukadar şuursuzca eleştirmek soysuzluktur asıl dinsizliktir buna inanmakta aynı şekildedir o insanların tarif edilmez katkılarını unutup ülkeyi dinsizleştirmeye çalıştığını söylemek en büyük dinsizliktir, ermeni ya da x diye ayrımak bu zihniyetin ürünüdür işte bu ülkeyi bölmek isteyenler ile aynı kaynaktan beslendiklerinin en temel göstergesidir.... en doğrusudur camilerde Türkçe ezan okunması milyonlarca insan anlamını bilmeden dua ediyor, şükredilmesi gerekli şuanda Türkçe gibi bir dilimiz var ama bunun değeri bilmeyen bir eğitimsiz, beyinleri yıkanmış insanlarımız var

Allah ülkemizi bu zihniyetten korusun...
2012-03-23 07:25:41
dönüp birde oy verdiği hükümetinin gerçk dolandırıcılıklarına baksın

Hocam bu vatandaş AKP li değil , Saadet Partisinin yayın organı olan milli gazetenin yazarı :)

en doğrusudur camilerde Türkçe ezan okunması milyonlarca insan anlamını bilmeden dua ediyor
İalam evrenseldir , böyle birşey asla kabul edilemez.İsteyen istediği dilde dua etsin , buna kimse karışamaz.Ama Türkçe namaz , Türkçe ezan gibi şeyler İslama sokulmaya çalışılan fitneden başka birşey değildir,başarılı olamamıştır , olması da mümkün değildir zaten.
2012-03-23 07:53:35
Atatürk Türkiyesi "Batılı" mıydı?

Hem evet, hem hayır.
O dönem, Türkiye'nin Batı'nın "bir türüne" yöneldiği bir dönemdi. (Kusura bakmayın, günün modasına uyup Ahmet Şık ile Nedim Şener reklamı yapmayacağım, köklü meseleler beni daha çok ilgilendiriyor.)
O dönemde "iki ayrı Batı" vardı: Liberal Batı (Amerika, İngiltere, Fransa) ile faşist Batı (Almanya, İtalya.) Sovyetler Birliği de Batı değildi, Japonya da.
Memurlar faşistleri pek sevdiler... Ruhlarına hitap ediyorlardı! (İnönü İtalya'ya gitmiş, Mussolini'ye hayran kalmıştı.) Çünkü "kültür devriminin" yapılabilmesi için memleketin zart zurtla idare edilmesi şarttı. Liberal demokrasiyle halka ne şapka giydirilebilirdi, ne takvim değiştirilebilirdi, ne de kadınlara oy hakkı verilebilirdi... (1923 yılında "cumhuriyete geçelim mi" diye bir referandum yapılsa yüzde 1'den fazla oy alabileceğini sanır mısınız?) Üstelik Batı'nın birinci türü gözden düşmüş, ekonomik kriz yüzünden epeyce itibar kaybetmiş, yıpranmıştı. Komünizme ancak faşizmle set çekilebileceğini düşünenler de ağır basmışlardı. Bizde "komünizm tehlikesi" hiç yoktu ama Kemalistler'in gözünde "Osmanlı tehlikesi" vardı!...
Biz Batı'nın yeni piyasaya çıkmış ikinci türünü tercih ettik. Gene de kültür devrimi bir çırpıda değil, on yıla yayılarak, adım adım, "akla geldikçe" uygulandı.
Bu Batı, 1945 yılında tarihe karıştı. (Oysa Türk bürokratları bu rezilliğin kalıcı olacağını sanmışlar, ona göre hizaya gelmişlerdi!)...
Batı uygarlığının liberal kanadı milyonlarca şehit vererek ağır basmıştı (komünizmle, ilk fırsatta bozuşmak üzere, geçici bir ortaklık kurarak!) Ama Türkiye direndi...
Türkiye'yi yöneten bürokrasi faşizme pek ısınmıştı, ruhuna yakın gelmişti, bırakmak istemiyordu!...
Bu yüzden "demokrasiye geçer gibi" yaptı ama geçmedi.
İnönü'nün Türkiye'ye yaptığı en büyük kötülük, çok partili sisteme mecbur kaldığı için geri dönmesi (geçmesi değil dönmesi) ama faşizmin altyapısını hiç değiştirmemiş olmasıdır. Bürokrasi hegemonyasının sürebilmesi için bu şarttı, böylece bürokrasi iktidarı hem devretmiş, hem devretmemiş olacaktı!
Yeni gelenler de sonuçta "aynı ocaktan yetiştikleri" için hiç dokunmadılar faşizmin kalıplarına.
Darbeler oldu, gelenler gidenler oldu ama bu hep bir "iç kavga" olarak kaldı.
Çerçeveyi değiştirmeye, yirmi birinci yüzyıla kadar, halkın temsilcisi olduklarını söyleyenlerin bile gücü yetmedi. Üstelik korkuyorlardı (höt denince şapkayı alıp gitmek...) Sonra çok daha akıllı, çok daha becerikli ve çok daha güçlü bir halk kadrosu geldi.
Türkiye'de gene bir devrim olmaktadır.
Şimdi o Türkiye bitiyor, yeni bir Türkiye başlıyor.
Kavga bunun kavgasıdır.
Konjonktür değişmezse... Türkiye gene bir savaşa girip yenilmek akılsızlığını göstermezse tabii... O zaman da başladığınız noktaya dönersiniz. Tekrar dikta kurarsınız. Fakat bu sefer birinden birini tercih edeceğiniz iki ayrı çeşit Batı olmaz, işiniz Atatürk'ten çok daha zordur.
Yani bu sefer ortaçağa gider, Batı'ya değil, "üçüncü dünyaya" yönelmiş olur, Zambia ile buluşursunuz.
Bürokrasi sana söyledim, CHP sen anla...

Engin Ardıç - Sabah
2012-03-23 11:43:17
Hocam milli gazeteden olduğunu dün paylaştığın yazıyı okuduktan sonra baktım fettullah gülen cemati ile arasındaki çekişmeyi de gördüm kim olduğu ve ne düşündüğü de önemli değil bu zihniyette olabilmek ve bunları doğruymuş gibi yazabilmesi işin garip üzücü tarafı kusura bakma ama sende yeni akit milli gazete sabah vs bunların dışında birşeyler paylaşmıyorsun bunlar zaten yandaş gazeteler ve bunların haberleri nasıl servis ettiği ortada iletişim son sınıftayım üniversitede heryıl gazetelerin içerik analizlerini yaparız ne yazık ki bu gazeteler ve görsel medya da ki birçok tv kanalı ısmarlama haber yapıyor yeni akittn şöyle erbakanın mirası ile ilgili bir haber versen, memur zamlarını 3 aydır çıkaramayan akp milletvekilleri 2 günde maaşlarını nasıl arttırdı onları versen israil ile ortaklıklarımızı versen deniz feneri ile ilgili yazılardan birşeyler versen kusura bakma hocam ama bunların işleri güçleri taraf olanı bertaraf etmekten başka birşey değil bu amaç ile açıldılar zaten kpds sıkandalını versinler haber olarak yok vermezler işin özü tek taraflı birşeyler okursak sürekli bir süre sonra okuduklarımıza inanırız hep aynı açı ile bakmak bazen yalanları bile bize doğru kabul etmemizi sağlar ben şukadarını söyleyim 4 yıldır ünideyim muhafazakar ya da tutucu diyelim gazetelerin çok sayıda yalan haber yaptığına şahit oldum kaynaktan bilimsel verilerden o kadar uzak haberler yapılıyorki ben birisi ile konuştum o bana öyle dedi şu şöyle dediler ile haber yapıyorlar...

Cumhurbaşkanı saadet partisinden gelme değilmi erdoğan keza öyle birçok bakan öyle cemil çiçek de aynı hemen hemen hepsi öyle bu da bir gerçek ...

hocam bana böyle bir islam da emir göster cidden bilmiyorum tamam diyim ben burda yanılmışım kendin diyorsun islam evrenseldir arapça ezan okuyosun camiye gelenlerinde sende farkındasın 3 de 2 si ne arapça biliyor ne ettiği duayı biliyor nede ezandaki anlamı ... ezanı arapça okuyan ülkerde arapça konuşuluyor onlar kendi dillerinde dinlerini yaşıyorlar bizim ülkemizin resmi dili Türkçe bazıları bundan bile rahatsız oluyor bu halk istediği dilde dinini yaşayabilmesi için anladığı dilde dinini yaşaması gerekli ...
2012-03-23 12:16:20
kusura bakma ama sende yeni akit milli gazete sabah vs bunların dışında birşeyler paylaşmıyorsun bunlar zaten yandaş gazeteler

Rica ederim hocam neden kusura bakayım doğruya doğru :)
Ben aslında çok da haber paylaşayım filan diye hevesli de değildim de Gsigos yok mu o Gsigos, kaynaksız maynaksız,ne idüğü belirsiz ,kin kusan haberleri paylaştıkça bizi de bir bakıma tahrik etti , şimdi o gitti ama bizde alışkanlık kaldı :)
Tabi ki biliyorum Akit,Zaman,Yeni Şafak, Star,Sabah vs. bunlar belli görüşü yansıtan gazeteler.Fakat karşı cephede de Sözcü,Cumhuriyet,Hürriyet vs. var ki onlar da belli bir görüşü yansıtıyor.Onlar da tek taraflı yani,bunlar tarafsız diyen kendisi tarafsız değildir.Aslında problem benim tek taraflı verdiğim haberler değil, haber başlıklarının Gsigos ayağının eksik olması :)
Neyse şaka bir yana gelelim diğer konuya,
Ezan, Türkçe olursa insanlar islamı daha mı iyi anlarlar,kesinlikle hayır.Şimdi bazı mihraklar bir fitne olarak bunu ileri sürüyorlar,bazıları da gayet iyi niyetli olarak değerlendirip tabi ya Türkçe olsa daha iyi anlaşılır filan diye düşünebiliyorlar.Ezan topu topu 5-10 kelimeden ibaret hocam, o yüzden ezan Türkçe imiş , Arapça imiş anlama bakımından çok da önemli değil.Orta zekalı bir insan , yarım saatte ezanın anlamını öğrenebilir.Ayrıca ezanın evrenselliği bakımından da şöyle bir örnek verebiliriz.Mesela Çin'e gittin, namaz kılacaksın,Çince ezan okunuyor , ne bileceksin şarkı mı söyleniyor, ezan mı okunuyor.Halbuki Arapça ezan dünyadaki bütün müslüman milletler için anlamlıdır velev ki anlamını bilmese bile.
Gelelim Türkçe namaza.Türkçe namaz için Türkçe Kur'an olması lazım öncelikle.Peki Türkçe Kur'an var mı , yok tabi ve olamaz da.Çünkü Kur'an hiçbir dile tercüme edilemeyecek kadar geniş anlamlıdır.Bir çok insan meallere tercüme dediği için farkı bilmiyor.Meal ayrı şeydir, tercüme ayrı.Piyasada belki yüzlerce farklı meal var , çünkü mealde yorum vardır , yeri gelir aynı ayet için 10 farklı anlamda yazılabilir.Biz hangisini gerçek Kur'an olarak kabul edeceğiz.Hristiyanlardaki gibi şu 4 tanesi makbul gerisi makbul değil mi diyeceğiz.Görüldüğü gibi gayet masumane gibi görülen bazı şeyler aslında son derece faydasız hatta tehlikeli şeylerdir.
Ayrıca şunu da belirteyim ki , gerek Türkçe ezan , gerekse Türkçe namaz fikrini ortaya atanlar aslında ezanla namazla ilgisi olmayanlardır.Beş vakit namazını kılıp da Türkçe ezan isteyen,Türkçe namaz isteyen kimseye rastlamadım ben.
2012-03-23 12:59:53

bu başlıkta çok fazla yorum yapmayı sevmem ama silent(berk) hocamın su sözlerini kabullenmediğim için bir açıklama ihtiyacı hissettim... aslında kendi cümlelerimle yazmak isterdim ama sınırlı zamanım olduğu için alıntı bir metin yayınlayacagım kusura bakmayın....


hocam bana böyle bir islam da emir göster cidden bilmiyorum tamam diyim ben burda yanılmışım kendin diyorsun islam evrenseldir arapça ezan okuyosun camiye gelenlerinde sende farkındasın 3 de 2 si ne arapça biliyor ne ettiği duayı biliyor nede ezandaki anlamı ... ezanı arapça okuyan ülkerde arapça konuşuluyor onlar kendi dillerinde dinlerini yaşıyorlar bizim ülkemizin resmi dili Türkçe bazıları bundan bile rahatsız oluyor bu halk istediği dilde dinini yaşayabilmesi için anladığı dilde dinini yaşaması gerekli ...

..................................................................................................................


Dinin dili olur mu?”.

Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir. Ancak Yüce Rabbımızın bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Bu Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.” (Al-i İmran, 3/138) “Ey Peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun…” (Maide 5/67) “Kendilerine, indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur’an’ı indirdik.” (Nahl, 16/44) “Bu Kur’an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.” (Sad, 38/29)buyurulmuştur. İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arapçadır. Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal kitabımızın dilinin her müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitapta bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır. Nitekim, İslamın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk. Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meal, terceme ve tefsiri bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince: Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) buyrulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “… sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku.” (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır. Bilindiği üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın Hz.Muhammed (s.a,)’e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (s.a.)’in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Nitekim: “Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.” (Şuara 26/192-195) “Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Ta-Ha 20/113) “Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.” (Zümer, 39/28 ) “Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 41/3) gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur’an denilemeyeceği ve tercemesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedir. Bilindiği üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu? Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir. Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır. Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir. Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır. Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, “onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerime (İsra, 17/88 ) den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi’nin Cuma namazında Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü(nün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi’nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey’eti kararında: “Namazda kıraet-i Kur’an bi’l-icma farz ve Kur’an’ın hangi bir lügat ile tercemesine Kur’an itlakı kezalik bi’l-icma gayr-ı caiz ve namazda kıraet-i Kur’an mahallinde terceme-i Kur’an’ın adem-i cevazı da bi’l-umum mezahib fukahasının icmaı ile sabit olduğundan, hilafına mücaseret, namazı vaz’-ı şer’isinden tağyir ve emr-i dini istihfaf ve mel’abe şekline vaz’ı mutazammın olduğu gibi, beyne’l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hûdusuna bâis olacağından, fiil-i mezbure mecasereti sabit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref’i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol vechile tebligat icrası…” denilmiştir. Şüphesiz bir müslümanın en azından namazda okuduğu Kur’an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur’an-ı Kerim’i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur’an yerine koymanın ve Kur’an hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır. Namazda ve ibadet olarak Kur’an-ı Kerim asli lafızları ile okunur. Yüce Rabbımızın bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise, terceme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur’an-ı Kerim’in terceme, meal ve açıklamalarını okumak ta çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir. eurus bu T.C. Diyanet İşlerinin konuyla ilgili kurul kararıdır.. Açıkça belirtildiği gibi dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz fakat Namaz da türkçe okunamayacağı bilindiği halde bu temcit pilavını yedirmeye çalışanlar her dönemde çıkar mutlaka.. Bu insanlara sormak lazım hayatlarında Namaz kılmışlar mı? Keşke kılsalar da Türkçe okusalar en azından hayırlı bir başlangıç olur.. Dua ile Namaz ibadetlerini bu açıdan birbirine karıştırmamak gerekir..Sonuç olarak aslında senin de söylediğin gibi İbadetimizi anlayarak yapmak, anlamayarak yapmaktan daha hayırlı bir iştir tabiki bunun için en azından Namazda okuduğumuz surelerin anlamlarını öğrenmemiz şarttır.. Bunların hepsi iki sayfadan ibaret zaten öğrendikten sonra asıl lafzı ile Namazda okunurken manaları kendiliğinden zihninize geliyor. Bir bardak suda fırtına koparmak bu konuda mümkün değil artık.. Son olarak ezan ile ilgili Oysa şu an iddia ediyorum ki sokağa çıkıp 10 kişiye sorsanız en az 2-3 tanesi ezanın niçin okuduğunu bilemez. Ezanın bir namaz çağrısı olduğunu bilemez, çünkü Arapça bilmiyordur… sözüne %99 u müslüman olan bir ülkede bu müezzin neden ezan okuyor bu sesin amacı ne türkçe olsa anlardım belki diyen 4 yaşında bir çocuk bile bulunmayacağı için yorum bile yapamıyorum.. Selametle..


2012-03-23 13:23:45
Kur'an da hiç kimsenin dinini hangi dil ile yaşayacağı zorunluluğu yoktur.Ancak arapçanın yüceltilmesi için insanlar arapçaya zorlanmıştır.Kur'an ı anlamadan okumak en kötü şeydir.Ben eğer anlamayacaksam neden arapçaya zorlayayım ki kendimi.''Efela tedebbürün'' der Kur'an da yani''anlayınız,işin başını ve sonunu bilerek hareket edin der''.E Kur'an bunu diyorsa başka söze ne hacet.Bilmedeğim kelimeleri neden kutsallaştırayım ki?Arapçanın bi kutsallığı yok ki?Hz.Muhammed Arap olduğu için,onun ve ümmetinin anlayabilmesi için Arapça gönderildi ve daha sonra evrensel bir hal alacağı bilindiği için de tedebbür edilmesi yani herkesin istediği dilde fakat doğru yorumlanması istendi.Hz Muhammed İspanyol olsaydı,İspanyolca inecekti Kur'an.İnsanları Arapça'ya zorladıktan sonra nasıl müslümanlığın gelişmesini bekliyosunuz ki?İslamiyet olduğu yerde durur o zaman.Bence öncelikle bu mantığın değişmesi lazım.

Ezan konusuna gelince.Ezanda pek anlaşılacak bi şey yok.Onun Arapça okunmasında bi problem yok bence.Örneğin Sübhaneke suresinde ne dendiğini anlayamazsın arapça bilmeden onun Türkçeye çevrilip okunması lazım,ama ezan okunduğu sırada namaza çağrıldığını anlarsın.İşte ezan dini bir motiftir,ilk okunuşu da gayet manidar biçimde olduğu için Arapça kalmalıdır.