Subpage under development, new version coming soon!
Subject: Yazılar-Diyaloglar vs.
öle deme arkadasım ümit aktan bizim cocukluumuzun spikeri oldu bir dönemimiz onla gecti..
arkadaslar lutfen pcnizde bir klasor acip adini ''con'' koyarmisiniz?sonucu yazalim buraya
(edited)
(edited)
AUX ya da COM1 - Birincil Seri portlar
COM2, COM3, COm4… Diğer seri portlar
LPT1 ya da PRN - İlk Printer portları
NUL - Boş portlar, boş cihazlar
MS-DOS moduna geçin / Kısaca Başlat menüsünden çalıştır ve cmd
*mkdir \\.\c:\con (sürücünüz C ise )
silmek için rmdir \\.\c:\con
COM2, COM3, COm4… Diğer seri portlar
LPT1 ya da PRN - İlk Printer portları
NUL - Boş portlar, boş cihazlar
MS-DOS moduna geçin / Kısaca Başlat menüsünden çalıştır ve cmd
*mkdir \\.\c:\con (sürücünüz C ise )
silmek için rmdir \\.\c:\con
sadece con degil;, PRN, AUX, CLOCK$, NUL, COM1, COM2, COM3, COM4, COM5, COM6, COM7, COM8, COM9, LPT1, LPT2, LPT3, LPT4, LPT5, LPT6, LPT7, LPT8, LPT9 bu yazilarida koyamiyosunuz!!!!ilginc degilmi
Bir gün 75 yaşında bir ihtiyar sperm testi yaptırmak için doktora gider. Doktor adama bir kavanoz verir ve:
- "Bunu doldurup yarın bana getirin" der...
Ertesi gün ihtiyar kavanozu getirip doktora verir. Doktor kavanoza bakar ve boş olduğunu görür ve sebebini sorar. İhtiyar anlatmaya başlar:
- "Doktor bey, dün gece sağ elimle denedim olmadı, sol elimle denedim gene olmadı. Karımı çağırdım, o da sağ ve sol elleriyle denedi, ağzıyla denedi önce dişini çıkararak sonra dişini takarak denedi gene olmadı. Baktık olacak gibi değil komşunun karısını çağırdık o da iki elini ve ağzını denedi gene olmadı, deyince doktor kendini tutamamış:
- "Naaptınız, komşunun karısını da mı çağırdınız" diye sormuş.
İhtiyar yanıtlamış:
- "Napalım, açamadık şu lanet kavanozu bir türlü."
- "Bunu doldurup yarın bana getirin" der...
Ertesi gün ihtiyar kavanozu getirip doktora verir. Doktor kavanoza bakar ve boş olduğunu görür ve sebebini sorar. İhtiyar anlatmaya başlar:
- "Doktor bey, dün gece sağ elimle denedim olmadı, sol elimle denedim gene olmadı. Karımı çağırdım, o da sağ ve sol elleriyle denedi, ağzıyla denedi önce dişini çıkararak sonra dişini takarak denedi gene olmadı. Baktık olacak gibi değil komşunun karısını çağırdık o da iki elini ve ağzını denedi gene olmadı, deyince doktor kendini tutamamış:
- "Naaptınız, komşunun karısını da mı çağırdınız" diye sormuş.
İhtiyar yanıtlamış:
- "Napalım, açamadık şu lanet kavanozu bir türlü."
Atatürk’ün ricasına posta koyan bakan
Başbakan Erdoğan’ın eleştirilerine rağmen, AK Parti milletvekilleri, grup toplantılarında bakanlara iletilmek üzere rica pusulaları yazmaya devam ediyorlar.
Bunun önüne tamamen geçmek nerede ise imkânsız gibi. Orada olmasa bile başka yerde illa ki bu çark işlemeye devam edecektir. Ülkede sistem böyle kurulmuş. Burada sorun, kameralara yakalanacak kadar iş bilmemezlikten kaynaklanıyor. Herhalde parti yetkililerini kızdıran da daha çok bu nokta olmalı.
Bir okuyucumun birkaç gün önce bir başka vesile ile bana gönderdiği bir e-mailde yer verdiği tarihi bir anekdot, “vay be, demek ne bakanlar varmış…” dememe neden olsa da, ‘dur bakayım, başka ne tür hasletleri varmış’ diye kısa bir araştırma yapınca, bir kişi hakkında karar vermek için acele etmemek gerektiği konusundaki düşüncem daha da pekişti. Okuduklarım, yıllar evvel Ahmet Kabaklı’dan dinlediklerimi çağrıştırdı zihnimde.
Bir gün Türk Edebiyatı Vakfı’nda Şeyhülmuharrirîn Ahmet Kabaklı (1924–2001) ile sohbet ederken, ülkemizde yaygın olan sosyal hastalıklardan birine işaret etmiş ve demişti ki; “Tarihi şahsiyetleri ele alıp değerlendirirken, işimize gelen yanlarını alıp işimize gelmeyen yanlarını görmezden gelme gibi bir hastalığımız var. Sevdiğimiz insanlara itimadı sarsacak noktaları perdelerken, sevmediğimiz insanlar hakkında az da olsa olumlu izlenim oluşmasına zemin hazırlayacak bilgileri de gizleme çabasında oluyoruz…” demişti. Ardından Mithat Paşa ile Ali Fuat Paşa hakkında hayretimizi celbeden birkaç özellik sıralamıştı. ‘Bunları da yazmak lazım…” demişti.
Okuyucumuzun bana gönderdiği tarihi anekdotu daha önce duymamıştım. Sizlerle paylaşmaya karar verince olayın sıhhatinden emin olmak için araştırma yaptım. Meğer hakkında oldukça yazılmış çizilmiş bir konuymuş. Ben şimdi önce yazıya başlık olan o olayı anlatacağım, ardından bunları da bilmek lazım diyerek Ahmet Kabaklı’yı rahmetle anarak bahsi geçen bakanla ilgili ek bilgi vereceğim.
Atatürk’ün ricası…
Yıl 1934.
O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı Ulus'tadır. Bakan ise Niğdeli Abidin Özmen'dir.
Bakan Özmen makamında çalışmaktadır. Kapı çalınır.
Atatürk’ün yaverlerinden biri, yanında iki çocukla bakanın makam odasına girer.
Bakan, yaverin kendisine uzattığı zarfı açar. Mektup Cumhurbaşkanı Atatürk’ten gelmektedir. Mektupta özetle, yaveriyle iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderdiğini, bu çocukların uygun görülecek bir liseye (parasız yatılı olarak) kaydının yapılmasından söz edilmektedir.
Bakan Abidin Özmen, hemen Orta Öğretim Genel Müdürü'nü çağırtır ve şu direktifi verir:
"Yaver Bey'in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve bu çocukları Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının 'Veli ve ödeyen hanesine Mustafa Kemal Atatürk ismini yazdırarak bana getiriniz." der.
Bakanın emri hemen yerine getirilir. Bakan Özmen ayrıca, kısa bir mektup yazarak
Yaver Bey'le Çankaya Köşkü’ne Atatürk’e yollar. Mektupta özetle; “Yaver Bey'le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için; bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte
takdim ediyorum..."
Atatürk, Milli Eğitim Bakanının bu mektubu üzerine, dönemin Başbakanı İsmet
İnönü'yü telefonla arar ve "Bak, senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı" diyerek olan biteni anlatır. Başbakan İnönü, bakanı adına özür dileklerinin kabul edilmesini ister. Atatürk, "Yok, der. Özür dileme. Aksine çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve bizlere doğruyu gösterebilse..."
Nasıl, muhteşem bir tarihi anekdot değil mi?
Böyle davranacak bir bakan günümüzde kabinedeki yerini koruyabilir mi ne dersiniz…
Tarihi değeri olan ve hiçbir yerde yayımlanmayan bu anının unutulup gitmesine gönlü razı olmayan bakanın yeğeni Yüksek Mimar H. Rahmi Özmen, 15.08.1985 günlü bir mektupla gazeteci yazar Vahap Okay'a iletir. O da 15.09.1985 tarihli “Kolay İlan” adlı gazetesinde yayımlar. Bahsi geçen hatıra Cumhuriyet gazetesinin 9 Ocak 2002 tarihli nüshasında da yer alır.
İyi de, bu örneğin Ahmet Kabaklı’nın yazının başında bahsettiği tarihi şahsiyetleri zikrederken her yönüyle ele alma hassasiyetiyle ne tür ilgisi var diyeceksiniz.
Yukarıdaki olay sahih mi diye araştırırken şu bilgi çıktı karşıma.
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi tartışmaları Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen zamanında hız kazanır. Bakan Özmen, Başbakanlığa gönderdiği bir teklif yazısında, “Ayasofya müzeye çevrildiği takdirde, İstanbul’un turistik değeri bir kat daha artacaktır. Ayasofya’da namaz kılanlar pek yakınındaki büyük küçük birçok camide dini vazifelerini yapabileceklerdir” şeklindeki düşüncelerine yer verir ve bu fikrinin hararetli savunucusu olur. Nitekim Ayasofya 24 Kasım 1934’te Bakanlar Kurulu Kararı ile resmen müzeye çevrilir.
Nasıl? Tarihi hakikatler böyle işte.
Bazılarınızın içinden, ‘işte şimdi bu bakan, bir çuval inciri berbat etti’ diye geçtiğini hissetmemek mümkün değil.
Ne demiştik, tarihi hadiseleri hatasıyla sevabıyla paylaşmak…
Şimdi onları geçelim de, hala nefes alıp verebiliyorken, bizler nasıl bir iz bırakacağız onun tasasına düşelim. Yaşadığımıza göre, hala şansımız var demektir…
Büyük Buluşma’ya bizler neler götüreceğiz ona bakalım…
Osman Özsoy
Başbakan Erdoğan’ın eleştirilerine rağmen, AK Parti milletvekilleri, grup toplantılarında bakanlara iletilmek üzere rica pusulaları yazmaya devam ediyorlar.
Bunun önüne tamamen geçmek nerede ise imkânsız gibi. Orada olmasa bile başka yerde illa ki bu çark işlemeye devam edecektir. Ülkede sistem böyle kurulmuş. Burada sorun, kameralara yakalanacak kadar iş bilmemezlikten kaynaklanıyor. Herhalde parti yetkililerini kızdıran da daha çok bu nokta olmalı.
Bir okuyucumun birkaç gün önce bir başka vesile ile bana gönderdiği bir e-mailde yer verdiği tarihi bir anekdot, “vay be, demek ne bakanlar varmış…” dememe neden olsa da, ‘dur bakayım, başka ne tür hasletleri varmış’ diye kısa bir araştırma yapınca, bir kişi hakkında karar vermek için acele etmemek gerektiği konusundaki düşüncem daha da pekişti. Okuduklarım, yıllar evvel Ahmet Kabaklı’dan dinlediklerimi çağrıştırdı zihnimde.
Bir gün Türk Edebiyatı Vakfı’nda Şeyhülmuharrirîn Ahmet Kabaklı (1924–2001) ile sohbet ederken, ülkemizde yaygın olan sosyal hastalıklardan birine işaret etmiş ve demişti ki; “Tarihi şahsiyetleri ele alıp değerlendirirken, işimize gelen yanlarını alıp işimize gelmeyen yanlarını görmezden gelme gibi bir hastalığımız var. Sevdiğimiz insanlara itimadı sarsacak noktaları perdelerken, sevmediğimiz insanlar hakkında az da olsa olumlu izlenim oluşmasına zemin hazırlayacak bilgileri de gizleme çabasında oluyoruz…” demişti. Ardından Mithat Paşa ile Ali Fuat Paşa hakkında hayretimizi celbeden birkaç özellik sıralamıştı. ‘Bunları da yazmak lazım…” demişti.
Okuyucumuzun bana gönderdiği tarihi anekdotu daha önce duymamıştım. Sizlerle paylaşmaya karar verince olayın sıhhatinden emin olmak için araştırma yaptım. Meğer hakkında oldukça yazılmış çizilmiş bir konuymuş. Ben şimdi önce yazıya başlık olan o olayı anlatacağım, ardından bunları da bilmek lazım diyerek Ahmet Kabaklı’yı rahmetle anarak bahsi geçen bakanla ilgili ek bilgi vereceğim.
Atatürk’ün ricası…
Yıl 1934.
O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı Ulus'tadır. Bakan ise Niğdeli Abidin Özmen'dir.
Bakan Özmen makamında çalışmaktadır. Kapı çalınır.
Atatürk’ün yaverlerinden biri, yanında iki çocukla bakanın makam odasına girer.
Bakan, yaverin kendisine uzattığı zarfı açar. Mektup Cumhurbaşkanı Atatürk’ten gelmektedir. Mektupta özetle, yaveriyle iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderdiğini, bu çocukların uygun görülecek bir liseye (parasız yatılı olarak) kaydının yapılmasından söz edilmektedir.
Bakan Abidin Özmen, hemen Orta Öğretim Genel Müdürü'nü çağırtır ve şu direktifi verir:
"Yaver Bey'in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve bu çocukları Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının 'Veli ve ödeyen hanesine Mustafa Kemal Atatürk ismini yazdırarak bana getiriniz." der.
Bakanın emri hemen yerine getirilir. Bakan Özmen ayrıca, kısa bir mektup yazarak
Yaver Bey'le Çankaya Köşkü’ne Atatürk’e yollar. Mektupta özetle; “Yaver Bey'le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için; bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte
takdim ediyorum..."
Atatürk, Milli Eğitim Bakanının bu mektubu üzerine, dönemin Başbakanı İsmet
İnönü'yü telefonla arar ve "Bak, senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı" diyerek olan biteni anlatır. Başbakan İnönü, bakanı adına özür dileklerinin kabul edilmesini ister. Atatürk, "Yok, der. Özür dileme. Aksine çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve bizlere doğruyu gösterebilse..."
Nasıl, muhteşem bir tarihi anekdot değil mi?
Böyle davranacak bir bakan günümüzde kabinedeki yerini koruyabilir mi ne dersiniz…
Tarihi değeri olan ve hiçbir yerde yayımlanmayan bu anının unutulup gitmesine gönlü razı olmayan bakanın yeğeni Yüksek Mimar H. Rahmi Özmen, 15.08.1985 günlü bir mektupla gazeteci yazar Vahap Okay'a iletir. O da 15.09.1985 tarihli “Kolay İlan” adlı gazetesinde yayımlar. Bahsi geçen hatıra Cumhuriyet gazetesinin 9 Ocak 2002 tarihli nüshasında da yer alır.
İyi de, bu örneğin Ahmet Kabaklı’nın yazının başında bahsettiği tarihi şahsiyetleri zikrederken her yönüyle ele alma hassasiyetiyle ne tür ilgisi var diyeceksiniz.
Yukarıdaki olay sahih mi diye araştırırken şu bilgi çıktı karşıma.
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi tartışmaları Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen zamanında hız kazanır. Bakan Özmen, Başbakanlığa gönderdiği bir teklif yazısında, “Ayasofya müzeye çevrildiği takdirde, İstanbul’un turistik değeri bir kat daha artacaktır. Ayasofya’da namaz kılanlar pek yakınındaki büyük küçük birçok camide dini vazifelerini yapabileceklerdir” şeklindeki düşüncelerine yer verir ve bu fikrinin hararetli savunucusu olur. Nitekim Ayasofya 24 Kasım 1934’te Bakanlar Kurulu Kararı ile resmen müzeye çevrilir.
Nasıl? Tarihi hakikatler böyle işte.
Bazılarınızın içinden, ‘işte şimdi bu bakan, bir çuval inciri berbat etti’ diye geçtiğini hissetmemek mümkün değil.
Ne demiştik, tarihi hadiseleri hatasıyla sevabıyla paylaşmak…
Şimdi onları geçelim de, hala nefes alıp verebiliyorken, bizler nasıl bir iz bırakacağız onun tasasına düşelim. Yaşadığımıza göre, hala şansımız var demektir…
Büyük Buluşma’ya bizler neler götüreceğiz ona bakalım…
Osman Özsoy
Bir Amerikalı, bir İngiliz ve bir Iraklı kahvede oturmuş cay içiyorlar. Amerikalı çayını bitirince bardağı havaya fırlatmış, silahını çıkarıp bardağa ateş edip parçalamış: "Bizde bardaklar o kadar ucuzdur ki biz Amerika'da aynı bardakla iki kere çay içmeyiz."
İngiliz de bunun üzerine çayını bitirip bardağı havaya fırlatmış ve ateş ederek bardağı parçalamış: "Bizim İngiliz kumsallarında bardak yapacak cam için, o kadar çok kumsal vardır ki, aynı bardakla iki kere çay içmeyiz."
Bunun üzerine Iraklı da çayını bitirmiş, bardağı havaya fırlatmış, silahını çekip Amerikalı ve İngiliz’i vurup öldürmüş.
"Bağdat’ta bu İngiliz ve Amerikalılardan o kadar çok var ki, biz ayni adamlarla oturup iki kere çay içmeyiz..."
nette gezerken rastgeldi böle bişi:P
İngiliz de bunun üzerine çayını bitirip bardağı havaya fırlatmış ve ateş ederek bardağı parçalamış: "Bizim İngiliz kumsallarında bardak yapacak cam için, o kadar çok kumsal vardır ki, aynı bardakla iki kere çay içmeyiz."
Bunun üzerine Iraklı da çayını bitirmiş, bardağı havaya fırlatmış, silahını çekip Amerikalı ve İngiliz’i vurup öldürmüş.
"Bağdat’ta bu İngiliz ve Amerikalılardan o kadar çok var ki, biz ayni adamlarla oturup iki kere çay içmeyiz..."
nette gezerken rastgeldi böle bişi:P
Bir gün Ali matematik sınavından 1 almış ve öğretmene şöle demiş:
öğretmenim damlaya damlaya göl olur demi demiş.
öğretmen de:
evet oğlum demiş.
bunun üzerine Ali:
öğretmenim o zaman 1 ala ala 5 olmuyo mu der:D
öğretmenim damlaya damlaya göl olur demi demiş.
öğretmen de:
evet oğlum demiş.
bunun üzerine Ali:
öğretmenim o zaman 1 ala ala 5 olmuyo mu der:D
ßir PaPa öLdü..Hristiyan oLdunuz ßir Hrant öLdü..€rM€ni oLdunuz..1 ayda 29 $ehiT VeRdiK..Hanginiz TÜRK oLdunuz..
nasıl olmuş??
nasıl olmuş??
Biraz daha değişiği:
10 kişiye göndermezsen sen TÜRK değilsin.
Papa ÖLDÜ HEPİMİZ HİRİSTİYAN OLDUK.HRANK ÖLDÜ HEPİMİZ ERMENİ OLDUK.1 GÜNDE 15 MEHMETÇİK ŞEHİT VERDİK HANGİNİZ TÜRK OLDUNUZ
10 kişiye göndermezsen sen TÜRK değilsin.
Papa ÖLDÜ HEPİMİZ HİRİSTİYAN OLDUK.HRANK ÖLDÜ HEPİMİZ ERMENİ OLDUK.1 GÜNDE 15 MEHMETÇİK ŞEHİT VERDİK HANGİNİZ TÜRK OLDUNUZ
Bir karafatmanın günlüğü
Dün gece yine ölümle burun buruna geldim. Kendime bir
zarar geleceginden degil ama karim Cemile ne yapar
sonra. Biz aksam yemegimizi genelde saat 11-12 gibi
yerdik, ama ev sahiplerimizin misafiri geldiginden geç
vakitlere kadar oturup yatmadilar. Neyse ki konuklarin
gitmesiyle birlikte uykuya daldilar. Bir süre
ortaligin sakinlesmesini bekleyip, yiyecek
toplamaya basladim. Bugün misafirler geldigi için
menü çok zengindi. Pasta ve börek kirintilarina
bayiliriz. Her neyse ben nevaleyi toplarken
birden mutfagin isigi yandi ve "Aaaaaa! Karafatma"
diye bir ses duydum.
Salak adam, ben bir erkegim Fatma da nereden çikti.
Benim adim Ismail. Böyle seyler delikanliyi bozar.
Hadi beni karimla karistirdin diyelim. Sen ne kadar
korkak bir adamsin. Benim kaç katim büyüklügünde
olmana ragmen bu bagiris da ne böyle? O korkunç sesin
kesilmesiyle birlikte,sanki ben ona bir şey yapmisim
gibi beni kovalamaya basladi. Inanin o kadar da
dikkat ediyorum, tabak, çanak bardak üzerinde
dolasmamaya çünkü bu dingilin karisi çok titiz. Bazen
diyorum ki bu giciklarin misafiri Geldiginde git
ortalarda dolas böylelikle utanilacak duruma
düssünler..Ama yapamiyorum iste. Ne olursa olsun,
ekmek yedigin tekneye kötü gözle bakmamak
gerekir.
Ben eve geldigim ilk yillari hatirliyorum da ne
güzeldi o günler. Rahmetli kayinbabam ve kayinvalidem
beni evlerine kabul etmislerdi. O zamanlar rahattik,
çünkü ev sahibimiz Riza amca kördü. Bu sebeple
evin her yerinde serbestçe dolasabiliyorduk. Hatta
Riza amcayla ayni sofrada yemek yedigimiz günlerde
oldu. Gerçi bizleri görebilseydi nasil davranirdi
bilmem ama o hep yüregimizde yasayacak. Riza amcanin
durumu pek iyi sayilmazdi, memur emeklisiydi. Bu evde
rahmetli karisininmis,bu yüzden yiyecek konusunda bu
kadar fazla seçenegimiz yoktu. Ama daha mutlu ve
huzurluyduk.
Riza amca bir gün görünmez kazaya kurban
gitti.Gerçi onun için bütün kazalar görünmezdi. Riza
amcanin topraga verildigi gün biz de oradaydik.
Karsi komsusu Osman Zeki bey bize geldiginde ceketini
asmisti. Biz de bunu firsat bilip ceketin cebine
girdik. Ardindan Osman Zeki beyle birlikte mezarliga
dogru yola koyulduk. Riza amcanin üç tane oglu vardi
ama bugüne kadar sadece nüfusta gözüküyorlardi.
Hayirsizlar daha ilk günden evi satisa çikardilar.
Evi su anda oturan adam ve karisi satin aldi. Eve
ayak basmalariyla kayinbabam ve kayinvalidemi
öldürmeleri bir oldu. Adam sonra igrenerek cansiz
bedenleri kagida sararak çöpe atti. Sanki kendisi
çok temizmis gibi. Halbuki tuvaletten çiktiktan sonra
ellerini yikamadigina defalarca sahit oldum.
Simdilerde kendine üzerinde rahmetli kayinvalidemin
resmi olan bir ilaç almis, durmadan üzerimize sikip
duruyor Kayinvalidem Sultan hanim gençliginde
fotomodel oldugu için bu tür ilaçlarin üzerinde
resmi bulunuyor. Hatta bir iki reklam filminde de
oynamisti. Ama evlenince mecburen birakti. Çünkü
kayinbabam tam bir Osmanli erkegiydi. Bugüne kadar
rahmetli Riza amcanin anisina bu evde oturduk,
artik daha fazla dayanacak halimiz kalmadi. Ese dosta
haber saldik. Kendimize göre bir ev bulur bulmaz
tasinacagiz buradan. Belki de sizin evinize yerlesiriz
hayat bu
belli mi olur?
Dün gece yine ölümle burun buruna geldim. Kendime bir
zarar geleceginden degil ama karim Cemile ne yapar
sonra. Biz aksam yemegimizi genelde saat 11-12 gibi
yerdik, ama ev sahiplerimizin misafiri geldiginden geç
vakitlere kadar oturup yatmadilar. Neyse ki konuklarin
gitmesiyle birlikte uykuya daldilar. Bir süre
ortaligin sakinlesmesini bekleyip, yiyecek
toplamaya basladim. Bugün misafirler geldigi için
menü çok zengindi. Pasta ve börek kirintilarina
bayiliriz. Her neyse ben nevaleyi toplarken
birden mutfagin isigi yandi ve "Aaaaaa! Karafatma"
diye bir ses duydum.
Salak adam, ben bir erkegim Fatma da nereden çikti.
Benim adim Ismail. Böyle seyler delikanliyi bozar.
Hadi beni karimla karistirdin diyelim. Sen ne kadar
korkak bir adamsin. Benim kaç katim büyüklügünde
olmana ragmen bu bagiris da ne böyle? O korkunç sesin
kesilmesiyle birlikte,sanki ben ona bir şey yapmisim
gibi beni kovalamaya basladi. Inanin o kadar da
dikkat ediyorum, tabak, çanak bardak üzerinde
dolasmamaya çünkü bu dingilin karisi çok titiz. Bazen
diyorum ki bu giciklarin misafiri Geldiginde git
ortalarda dolas böylelikle utanilacak duruma
düssünler..Ama yapamiyorum iste. Ne olursa olsun,
ekmek yedigin tekneye kötü gözle bakmamak
gerekir.
Ben eve geldigim ilk yillari hatirliyorum da ne
güzeldi o günler. Rahmetli kayinbabam ve kayinvalidem
beni evlerine kabul etmislerdi. O zamanlar rahattik,
çünkü ev sahibimiz Riza amca kördü. Bu sebeple
evin her yerinde serbestçe dolasabiliyorduk. Hatta
Riza amcayla ayni sofrada yemek yedigimiz günlerde
oldu. Gerçi bizleri görebilseydi nasil davranirdi
bilmem ama o hep yüregimizde yasayacak. Riza amcanin
durumu pek iyi sayilmazdi, memur emeklisiydi. Bu evde
rahmetli karisininmis,bu yüzden yiyecek konusunda bu
kadar fazla seçenegimiz yoktu. Ama daha mutlu ve
huzurluyduk.
Riza amca bir gün görünmez kazaya kurban
gitti.Gerçi onun için bütün kazalar görünmezdi. Riza
amcanin topraga verildigi gün biz de oradaydik.
Karsi komsusu Osman Zeki bey bize geldiginde ceketini
asmisti. Biz de bunu firsat bilip ceketin cebine
girdik. Ardindan Osman Zeki beyle birlikte mezarliga
dogru yola koyulduk. Riza amcanin üç tane oglu vardi
ama bugüne kadar sadece nüfusta gözüküyorlardi.
Hayirsizlar daha ilk günden evi satisa çikardilar.
Evi su anda oturan adam ve karisi satin aldi. Eve
ayak basmalariyla kayinbabam ve kayinvalidemi
öldürmeleri bir oldu. Adam sonra igrenerek cansiz
bedenleri kagida sararak çöpe atti. Sanki kendisi
çok temizmis gibi. Halbuki tuvaletten çiktiktan sonra
ellerini yikamadigina defalarca sahit oldum.
Simdilerde kendine üzerinde rahmetli kayinvalidemin
resmi olan bir ilaç almis, durmadan üzerimize sikip
duruyor Kayinvalidem Sultan hanim gençliginde
fotomodel oldugu için bu tür ilaçlarin üzerinde
resmi bulunuyor. Hatta bir iki reklam filminde de
oynamisti. Ama evlenince mecburen birakti. Çünkü
kayinbabam tam bir Osmanli erkegiydi. Bugüne kadar
rahmetli Riza amcanin anisina bu evde oturduk,
artik daha fazla dayanacak halimiz kalmadi. Ese dosta
haber saldik. Kendimize göre bir ev bulur bulmaz
tasinacagiz buradan. Belki de sizin evinize yerlesiriz
hayat bu
belli mi olur?
Bir Koyunun Günlüğü
1.GÜN
Sevgili günlük, bugün bayramın ilk günü. 10 gündür elimden geleni yapıp bi şekilde satılmamayı başardım. Arkalara kaçtım, sürekli yüzüme hastalıklı bir
hava verdim. Şans da yüzüme güldü, bugüne geldik. Ama bu iş boşlamaya gelmez. Her an biri gelebilir, orama burama bakıp, şu başımda dikilen herife kilomu
sorabilir. O da zaten beni satamadı diye gıcık, en az 10 kilo fazla söyler. Adam inanıp alır beni evine götürür, evin küçük kızı gelip beni sever, oynar.
1 gün sonra o kızın babası gözlerimi bağlayıp besmele çekip bıçağı boğazıma dayar ve keser. O sırada hayatım gözlerimin önünden bir film gibi geçer. Film
de film olsa. Hep aynı kare: Ot yiyorum, etrafa bakıyorum, ot yiyorum etrafa bakıyorum... Hayat mı bu be? Dünyaya gel, birkaç sene ot ye, sonra seni yesinler!
2. GÜN:
Sevgili günlük, ben eşeğim. Yani koyunum ama eşeğim. Sana dün ne dediysem oldu, iyi mi?! Saatine mi geldi nedir?! Şu an herifin birinin bahçesindeyim.
Şu saate kadar bayramlaşmaydı, gelen giden falandı derken beni kesmediler ama en geç yarın bu iş biter! Kesecekler beni günlük duyuyon mu? Kıyacaklar kınalı
kuzuna. Hayır boğa olsaydım, sahibimin elinden kaçar, sokaklarda terör estirirdim. Televizyonlardaki bütün haber bültenleri beni gösterir, en azından ölmeden
meşhur olurdum. Ama tabiatım boğa kadar asabi değil ki! Koyun gelmişiz, koyun gideceğiz
3. GÜN:
Günlük, inanmayacaksın ama hâlâ hayattayım. Bunlar beni kesmeyecek galiba. Şaka yapıyorlar. Camdan bakıp bakıp gülüşüyorlar. Son gün de beni salacaklar.
Haklısın! İyimserliğin de bu kadarına yuh artık. Yok yok bu defa işim zor, hem de çok zor. Yarın görüşemeyiz, hakkını helal et.
4. GÜN:
Günlük, benim ben. Hahahaha!! Yırttım oğlum. Bu sabah aslında tam gidiyordum, adam bıçakları, tülbenti hazırladı. Yanıma koydu. Tamam dedim, bu sefer ağzımla
kuş tutsam yolcuyum. Sonra 'ne dedim lan ben' dedim kendi kendime. Ağzımla kuş tutmak! Tabii ya! Kuş gribi. Bunu bir becerirsem ağzımda kuşla beni hayatta
kesmezler. Hemen dalda duran bir kuştan rica ettim. Gel iki dakika ağzımın içinde dur sonra uçarsın hesabı. Kuş gıcık çıktı. "Hay senin kafana" deyip tam
kesilirken kafamın orta yerine hacetini bıraktı. Bunu gören sahibim panikleyip kuş gribi olmamak için beni saldı. Kafana kuş pislemesi uğurlu gelir derlerdi
de inanmazdım. Bayram diye buna derim oğlum! Değmeyin keyfi -meeeee
1.GÜN
Sevgili günlük, bugün bayramın ilk günü. 10 gündür elimden geleni yapıp bi şekilde satılmamayı başardım. Arkalara kaçtım, sürekli yüzüme hastalıklı bir
hava verdim. Şans da yüzüme güldü, bugüne geldik. Ama bu iş boşlamaya gelmez. Her an biri gelebilir, orama burama bakıp, şu başımda dikilen herife kilomu
sorabilir. O da zaten beni satamadı diye gıcık, en az 10 kilo fazla söyler. Adam inanıp alır beni evine götürür, evin küçük kızı gelip beni sever, oynar.
1 gün sonra o kızın babası gözlerimi bağlayıp besmele çekip bıçağı boğazıma dayar ve keser. O sırada hayatım gözlerimin önünden bir film gibi geçer. Film
de film olsa. Hep aynı kare: Ot yiyorum, etrafa bakıyorum, ot yiyorum etrafa bakıyorum... Hayat mı bu be? Dünyaya gel, birkaç sene ot ye, sonra seni yesinler!
2. GÜN:
Sevgili günlük, ben eşeğim. Yani koyunum ama eşeğim. Sana dün ne dediysem oldu, iyi mi?! Saatine mi geldi nedir?! Şu an herifin birinin bahçesindeyim.
Şu saate kadar bayramlaşmaydı, gelen giden falandı derken beni kesmediler ama en geç yarın bu iş biter! Kesecekler beni günlük duyuyon mu? Kıyacaklar kınalı
kuzuna. Hayır boğa olsaydım, sahibimin elinden kaçar, sokaklarda terör estirirdim. Televizyonlardaki bütün haber bültenleri beni gösterir, en azından ölmeden
meşhur olurdum. Ama tabiatım boğa kadar asabi değil ki! Koyun gelmişiz, koyun gideceğiz
3. GÜN:
Günlük, inanmayacaksın ama hâlâ hayattayım. Bunlar beni kesmeyecek galiba. Şaka yapıyorlar. Camdan bakıp bakıp gülüşüyorlar. Son gün de beni salacaklar.
Haklısın! İyimserliğin de bu kadarına yuh artık. Yok yok bu defa işim zor, hem de çok zor. Yarın görüşemeyiz, hakkını helal et.
4. GÜN:
Günlük, benim ben. Hahahaha!! Yırttım oğlum. Bu sabah aslında tam gidiyordum, adam bıçakları, tülbenti hazırladı. Yanıma koydu. Tamam dedim, bu sefer ağzımla
kuş tutsam yolcuyum. Sonra 'ne dedim lan ben' dedim kendi kendime. Ağzımla kuş tutmak! Tabii ya! Kuş gribi. Bunu bir becerirsem ağzımda kuşla beni hayatta
kesmezler. Hemen dalda duran bir kuştan rica ettim. Gel iki dakika ağzımın içinde dur sonra uçarsın hesabı. Kuş gıcık çıktı. "Hay senin kafana" deyip tam
kesilirken kafamın orta yerine hacetini bıraktı. Bunu gören sahibim panikleyip kuş gribi olmamak için beni saldı. Kafana kuş pislemesi uğurlu gelir derlerdi
de inanmazdım. Bayram diye buna derim oğlum! Değmeyin keyfi -meeeee